Serhat Güney
LİZBON’DAN KAHRAMANMARAŞ’A 270 SENEDE ÖĞRENEBİLDİKLERİMİZ, ANLAYAMADIKLARIMIZ
Eğer memleketimizde fen insanlarının sesi yeteri kadar duyulmuyorsa bunun asıl nedeni toplum yasalarının nasıl çalıştığına ve eşitlikçi olmayan toplum düzenimizin yapısına dair sağlam bir eleştirel kamusal söylem üretilemiyor olmasıdır. İşte tam da bu eksik parça yüzünden doğanın kaçınılmaz tepkisinin nasıl olup da bir toplumsal felakete dönüşebildiğini tam olarak anlamlandıramıyoruz. Eksik parçanın bıraktığı boşluğa, bilimsel gelişmelerin ve tekniğin zirveye ulaştığı 21. Yüzyıl dünyasında hala teolojik anlamlandırma usullerinin ve kaderciliğin oturabiliyor olmasını hayretle seyretmekteyiz ne yazık ki.
TANRI’NIN İŞİ DEĞİL, YER KÜRE KONUŞMAKTA
1 Kasım 1755’te Avrupa’nın tanınmış Katolik merkezlerinden birisi olan Lizbon’u yerle bir eden büyük deprem aydınlanma hareketinin tetiklediği fikirlerle entelektüel tartışmalar eşliğinde siyasetin ve toplumun kaynama noktasına ulaştığı bir ortamda gerçekleşmişti. Karanlık çağlar boyunca sarayların uhdesinde inanca yaslanarak taş gibi sertleşe sertleşe kalıplaşmış düşünce ve inanışların kıyasıya eleştiriye tabi tutulduğu bir zaman dilimine denk düştü yıkım. Deprem bütün Avrupa’da büyük dikkatle izlendi ve canlı tartışmalar eşliğinde ele alındı. Gazete haberleri, makaleler, mektuplar, şiirler, gravürler ve broşürler depremi popüler kültürel bir belleğe kaydetti. Lizbon’daki büyük depremin, modern anlamdaki ilk felaket olarak batı dünyasının hafızasına kazınmasının en temel sebebi, toplumların başına gelen felaketlerin anlamlandırılmasına dönük geleneksel düşüncenin ürettiği ‘kader’ bağlantısının ötesine bakmaya oldukça hevesli bir kültürel ve entelektüel ekosistemin çoktan meydana çıkmış olmasıydı elbette. Örneğin, aydınlanma çağının sembolü haline gelmiş düşünürlerden birisi olan Voltaire Lizbon depreminin ardından ‘Lizbon Felaketi Üzerine Şiir’ başlıklı bir nazım eser yaratmıştı. Filozof, büyük Lizbon depremine atfen kaleme aldığı upuzun dizeler boyunca, hem depremi Tanrı’nın gazabı, doğa üstünün intikamı şeklinde yorumlayan Cizvit fanatiklere, hem de bilge yaratıcının evren kurgusunun mükemmelliğine inanan Leibnitz gibi aydınlanma filozoflarının iyimserliğine ilenip durmuştur. Voltaire’in eleştirel yaklaşımı basitçe, depremin yalnızca ve sadece bir doğal afet olduğu düşüncesine dayanmaktadır ve bu tip felaketlerin ortaya çıkışında Tanrı’nın parmağı olmadığına, doğanın yasalarının dile geldiğine vurgu yapmaktadır. Onun büyük Lizbon depreminin anlamına yönelik bu çıkışı, aydınlanmanın sonraki yüzyıllara aktarılan dinamik serüveni boyunca ortaya çıkan çeşitli siyasal sonuçlar, teknolojik ve bilimsel sıçramalar bakımından bir dönüm noktası niteliğindedir ve aydınlanmanın düşünsel ikliminin pozitif bilimlere katkısını kavrayabilmek açısından bize çok şeyler söyler. Lizbon’daki deprem işte tam da bu bakımdan modern bir depremdir, nitekim sonuçları arasında yer bilimleri, inşaat ve statik, hatta devlet aygıtının felaketlerdeki işlevi gibi bir çok alana değen gelişmeler bulunmaktadır.
TOPLUM DÜZENİ SAHNEYE ÇIKIYOR
Lizbon depremine dair entelektüel tartışmada Voltaire yalnız değildi tabii ki. Depreminin entelektüel ortama ilettiği dalgalar yapılı çevreye ilettiklerinden daha az olmadığı için Voltaire’in ikonik deprem şiiriyle açtığı eleştirel pencereden başını uzatan başka düşünürler de oldu. Bunlar arasında fikirleri özellikle daha sonraki yıllarda modern felsefenin şekillenmesinde çok etkili olan Rousseau da bulunmaktaydı. Rousseau, teolojik anlamlandırma çabalarıyla vakit dahi kaybetmeden doğrudan Voltaire’in jeolojik açıklamasına saldırmıştı. Ona göre jeolojik açıklama veya doğanın yasalarının hükmü depremin nasıl gerçekleştiğini açıklamak için uygundu ama felaketin gerçek sebeplerini ve yıkıcı sonuçlarını anlamak açısından yetersiz kalıyordu. Rousseau’nun dikkati toplum düzeninin kılcallarında yoğunlaştı. Deprem gibi doğal felaketlerin en çok yoksul mahallelerde, evlerini depreme hazır halde tutmaya veya deprem sonrası hayatlarını idame ettirmeye yetecek ekonomik olanaklardan yoksun toplum kesimlerine zarar verdiğini ileri sürüyordu. Ayrıca, Lizbonluların gurur, mülk ve para hırsıyla ilişkili toplumsal davranış bozukluklarına da vurgu yapmıştı. Daha da önemlisi, yapılı çevrenin organizasyonuna dair eşitlikçi kent planlaması yöntemlerini anıştıran olgunlaşmamış bazı fikirler de eşlik etmişti onun eleştirisine. Bugün sosyal bilimcilerin bir çok alt disipline ayrılan inceleme konuları için aydınlanma çağının bir büyük düşünürünün mirası olarak okumak yanlış olmayacaktır bu öncü fikirleri. Rousseau, henüz sosyal bilimler disiplini kurulmamışken, eleştirel sosyal teorinin çatısı çatılmadan önce, sınıf teorisi daha ortada yokken düpedüz bir sosyolojik bakış açısı koymuştu ortaya. Bu bize ta aydınlanma çağından yollanan bir mesajdı aslında: Bir büyük doğal felakete pozitif bilimler penceresinden bakarken sosyolojik düşünebilmenin, yani toplum yasalarının nasıl çalışmakta olduğuna yoğunlaşabilmenin de anlamlandırma çabalarının ayrılmaz bir unsuru olduğunu söylemekteydi.
BULMACANIN EKSİK PARÇASI
Bir kez daha, bağıra bağıra geliyorum diyen bir büyük depremle sarsılan memleketimizde kayıplarımız çok büyük, acılarımızsa tarif edilemez. Bu büyük yarayı iyileştirmek, depremin travmasını atlatabilmek için anlamlandırma yöntemlerimizi yeniden gözden geçirmeli ve ne olup bittiğine dair daha bütünlüklü bir bakış açısını ortaya koyabilmek zorundayız. Bugün, bu anlamlandırma ihtiyacı içinde hepimizi rahatsız eden şeylerin başında fen insanlarının uyarılarının, bilimsel raporlarının ve deprem çalışmalarında ortaya çıkan sonuçlara dair açıklamalarının hiç kale alınmamış olması geliyor. Kimse bizi dinlemedi, jeolojik ve jeofizik uyarılar havada kaldı diye haklı serzenişlerde bulunuyorlar. Güncel teknolojik imkanlarla doğa yasalarının nasıl çalıştığının oldukça sarih resimlerini çizmişlerdi. Şimdi ekranlarda boy boy gösteriliyor bunlar gene: Gerilmeler, fay hatları, zemin etütleri, sismik dalgaların hareket biçimleri… Fakat bulmacanın eksik parçası hakkında pek kimse konuşmuyor ne yazık ki. Rousseau, Lizbon depreminin ardından bu eksik parçayı yerine koymak istemiş ve doğal felaketlerin sebeplerini ve neticelerini kavrayabilmek için gerçekleştiği yerdeki toplumsal ve ekonomik yapılarla kültürel durumun da denkleme dahil edilmesi gerektiğini ima etmişti. Eğer memleketimizde fen insanlarının sesi yeteri kadar duyulmuyorsa bunun asıl nedeni toplum yasalarının nasıl çalıştığına ve eşitlikçi olmayan toplum düzenimizin yapısına dair sağlam bir eleştirel kamusal söylem üretilemiyor olmasıdır. İşte tam da bu eksik parça yüzünden doğanın kaçınılmaz tepkisinin nasıl olup da bir toplumsal felakete dönüşebildiğini tam olarak anlamlandıramıyoruz. Eksik parçanın bıraktığı boşluğa, bilimsel gelişmelerin ve tekniğin zirveye ulaştığı 21. Yüzyıl dünyasında hala teolojik anlamlandırma usullerinin ve kaderciliğin oturabiliyor olmasını hayretle seyretmekteyiz ne yazık ki. Doğa yasaları bu kadar sarih, bunların çalışma prensiplerini tespit etmek çok gelişmiş teknolojimizle bu kadar kolayken biz neden bu felaketlere maruz kalıyoruz diye sormaktan herkesin içi çürüdü. Depremler karşısındaki kırılganlığımızın her şeyden önce toplumsal eşitsizliklere, cehaletin bilinçli organizasyonuyla kemikleşmiş kültürel sermaye yoksunluğuna, tüm üretim faaliyetlerine musallat olan amansız sömürü düzenine, ranta kurban edilmiş çarpık kentleşme modelimize ve hareketsiz bırakılmış milyonların gözü önünde gerçekleşen akıl almaz yolsuzluklara bağlı olduğunu güçlü bir şekilde dile getiremedikçe şaşırmaya, öfkelenmeye ve yeniden aynı sonuçlarla karşılaşmaya tabii ki devam edeceğiz. Öyle çok da teferruatlıca aranmasına gerek bulunmayan o eksik parçayı bulup yerine koymak zorundayız. Şah damarımızın hemen yanında atan gerçek şudur; göçük altında saatlerce kurtarılmayı beklemenin derin travmasına rağmen, o cehennemden çıkarıldığında ilk iş, beni özel hastaneye götürmeyin, param yok diyen depremzedenin yakarışına kulak verin yeter.