Süreyya Su
Krizler Politikanın İmkânıdır
Bu yıl yeni bir ders önerisi geldi ve neoliberal üniversite koşullarında pek tercih hakkı, daha doğrusu reddetme hakkı olmayan bir akademisyen olarak kabul ettim. Dersin adı Kriz Yönetimi; işletme alanında bir ders… Dersime biraz çalışınca sevmeye başladım. Yeni bir söz, yeni bir bilgi vesaire, yeni olan her şey bende arzu ve heyecan uyandırmaya yeter. İlk ders, krizin ortaya çıkma koşulları üzerineydi. Bir olay, nasıl ve nerede ortaya çıkarsa krize neden olur? Bu sorunun cevabını ararken kriz ve kritik ilişkisi üzerinde gittim.
Bir olay, mesela bir tren kazası, demokrasisi gelişmiş ve hukuk sistemine sahip bir ülkede olursa krize neden olur; hemen soruşturma açılır, sorun ve sorumlular tespit edilir, istifalar olur, tazminat davaları açılır, yani süreç kural ve kanunlara uygun bir şekilde işler. Ama demokrasisi gelişmemiş ve bir hukuk sistemine evrilmemiş göreceli kanunlarla ve kararlarla yönetilen bir ülkede böyle bir olay krize neden olmaz. Çünkü ortada bir düzen veya sistem yoktur, her şey belirsizdir ve belirsizliğin olduğu yerde işleyiş kurallara değil tesadüflere bağlıdır. Dolayısıyla, düzeni veya sistemi bozan hata, sapma tespit edilemez, kendini kolayca saklar, gözden kaçırılır. Hata ya topluma yansıtılarak anonimleştirilir ya da kadere bağlanarak dışsallaştırılır. Sorumlu ya hepimizizdir ya da hiç birimiz… Sorumluluk yoksa kriz de yoktur.
Kriz bir sağlık belirtisidir
Krizler sistemsel ve düzenli yapılarda olur. O yüzden kriz bir hastalık belirtisi değil, bilakis aslında bir sağlık belirtisidir. Bu tanım, Gramsci’nin kriz tanımından uzak gibi dursa da ilişkisiz değildir. Gramsci, krizi eskinin ölmekte olduğu ama yerine gelecek yeninin doğmadığı bir belirsizlik durumu olarak tanımlar. Yani kriz değişimin, yenilenmenin koşullarına bağlıdır. Bu koşulları hazırlayan özne de toplumdur. Toplum sadece belli bir kimlik altında toplanan insanlardan oluşmaz. Toplumu asıl kuran öğeler akılcı temellere dayanan ortak bilinç ve evrensel ilkelere dayanan ortak vicdandır. Bu ortak bilinç ve vicdan hem dayanışma ruhunu, hem de değişim iradesini üretir. Krizlerin ortaya çıkmasına neden olan önemli bir etken de bu değişim iradesidir.
Değişim iradesi olmayan toplumlarda hiçbir şey krize neden olmaz. İstikrar kaygısı değişime karşı fobiye varan bir korku oluşturur. Bu korku krize neden olabilecek her olay ve hatayı görmezden gelecek bir sinizmle ifade edilir. Bir takım kötü sonuçlar doğuran ve skandal olayların nedenleri eleştirilmek yerine, bu nedenleri araştıran ve eleştirenlere karşı tepki verilir. Yalanla yaşamanın rahatlığı hakikati aramanın seferberliğine tercih edilir.
Doğa durumundan toplum sözleşmesine
Ama toplum olmanın temel özelliklerini yitirmiş böyle insan kitleleri hızla ayrışmaya başlar ve herkesin birbirinin kurdu olduğu doğa durumuna geri döner. Yani herkes kendi çıkarının peşine düşer, zayıf olan, yoksul olan, işsiz olan ötekileştirilerek şiddete maruz bırakılır. Kayırma emeğe galebe çalarken, kazanmanın ve başarının yerini “çökme” alır. İşte burada artık kaçınılmaz olarak Gramsci’nin tarif ettiği krizin eşiğine, kritik eşiğe gelinir.
Çünkü bir devlet doğa durumunda var olamaz. Devlet zaten doğa durumunu ortadan kaldırmak üzere hukuki bir düzen kurup barışı ve güveni sağlamak için vardır. Meşruluğunun kaynağı budur. Hukuki bir düzene dayanmayan devletler, barış ve güveni sağlamadıkları için gerek duydukları meşruluğun kaynağını toplum sözleşmesinden alamazlar. Bu eksiği karizma ve vaatler aracılığıyla yaratılan taraftar kitlesi desteğiyle telafi ederler. Fakat taraftarın desteği vaatler gerçekleşmeyince azalmaya başlar. Karizma da vaatler de sürdürülebilir değildir. Karizmanın devam etmesi için sürekli mucize göstermek gerekir, vaatler de beklentiyi artırır ve gerçekleşmedikçe yönetememe krizine neden olur. Yönetememe krizi devletin yeniden kurulması ya da restorasyonunu gündeme getirir.
Yönetememe krizi, politikayı harekete geçirir, yeni temsilciler, yeni söylemler ortaya çıkar. Daha önce susturulan eleştirilerin sesi yükselir ve herkes tarafından duyulmaya başlar. Böyle durumlarda her ne kadar demokratik süreçlerin işlemesine uygun fırsatlar çıksa da daha çok milliyetçilik ve devletçilik yani sağcılık yükselir. Demokrasiyle ilgili talepler usul boyutuyla sınırlıdır; çoğunluğun iktidarından azınlığın tahakkümüne dönüşmüş bir yönetimin seçimle değişmesi arzulanmaktadır sadece.
Yeniden bir toplum kurma projeleri milliyetçilikle ifade edilir. Ulus-devlet temelinde yeni değil, yeniden bir toplum sözleşmesi yapmak için geniş bir uzlaşma sağlanmaya çalışılır. Bu sözleşme farklılıkları sadece çeşitlilik olarak tanırken asıl olarak benzerliklere vurgu yapar. Toplum bir aradalık değil, hâlâ birlik olarak kavrandığı için, toplum yine aynı olanla özdeşlik aracılığıyla kurulmaya çalışılır. Yani çözüm olarak önerilen değişim değil, onarım, güncel deyişle fabrika ayarlarına dönmektir. Bu da politikadaki muhalefet odaklarına büyük bir konfor sağlar. Yeni projeler üreterek arzuları kışkırtmak ve geleceğe yönelik umutları beslemek yerine, toplumdaki yoksul ve yoksun grupların özlemlerine seslenerek eskiye dönüş vaat edilir.
Yeniden yapılmak istenen toplum sözleşmesinin bir başka koşulu da devletin hukuki düzene göre yeniden kurumsallaşmasıdır. Şiddete dayalı bir örgütten hukuka dayalı bir kuruma geçiş, toplum sözleşmesinin önemli bir koşuludur. Diğer taraftan politikayı işler hale getirmek için katılımcı demokrasiyi geliştirmek yerine temsili demokrasiyi güçlendirmek tercih edilir.
Kriz fırsattır
Dolayısıyla özgürlükçü bir politika açısından tüm bunlar yetersiz olsa da, yine de bir ilerlemedir, çünkü eksiden sıfır noktasına bir harekettir, son tahlilde krizleri aşmak için değil, ama krizlerin eşiğine gelmek için gerekli adımlardır. Nitekim bu eşik bölünmüş bir toplumdan çatışmacı bir topluma, dolayısıyla politikanın dinamiği olan iktidar ilişkilerine, iletişimsel etiğe ve anayasal devlete geçilen sıfır noktasıdır. Ancak bundan sonra toplumda eleştiri kültürü gelişir ve eleştiri herkese belli bir sorumluluk yükler. Sorumluluğun olduğu yerde sorunlar krizlere dönüşebilir. Bu yüzden kriz, eleştiri ve yargının etkili olduğu dinamik bir toplumun belirtisidir.
Bir yerde kriz çıkmaması her zaman kesinlikle iyi bir kriz yönetiminin olmasının sonucu değildir; bazen toplumsal yargının temellerinin zayıf olmasının da bir sonucu olabilir. Ayrıca değişim iradesinin olmaması ve statükoculuk da krizleri yok saymaya neden olan bir körlük ve hissizliğe neden olur. Krizin varlığının kabulü sadece, kamu yararını savunan ortak vicdanın yerine bireysel çıkarı savunan faydacı akıl ve ahlakı geçiren girişimci öznenin, “krizi fırsata çevirme” adına iş ahlakının dışına çıkmasını gerekçelendirmek için bir bahane aradığı durumlarda gerçekleşir. Sermaye için kriz sadece fiyatlara zamların, ücretleri düşürmenin ve işten çıkarmaların bahanesidir.
Toplumsal ve politik olarak ise kriz olumsuz olabileceği gibi olumlu sonuçları da olabilecek bir durumdur. Elbette, krizler büyük buhranlara, çöküşlere, yoksullaşmaya, savaşa neden olur. Ama aynı zamanda büyük dönüşümlerin de dönüm noktası olabilir. Buhrandan refaha, çöküşten imara, savaştan barışa, baskıdan özgürlüğe geçişin dönüm noktası olabilir krizler. Nitekim kapitalizm ve modernlik için krizler, genellikle ilerlemeyi sağlayan, harekete geçiren itici bir güç olmuştur. Kriz kapitalizmin ve modernliğin dinamosudur, olumsuz bir sonucu olumlu bir nedene dönüştüren araç olarak modernliğin bir icadıdır kriz. O yüzden krizler modern dünyada olur. Bu, Batı dışı toplumlarda muhafazakârların çarpıttığı gibi, bir çürüme belirtisi değildir. Bilakis, sağlık belirtisidir; çünkü krizler algıları güçlü toplumlarda olur. Toplumsal, ekonomik, politik, kültürel yapı ya da sistemin veya bünyenin bir yerinde sorun varsa kriz çıkar. Kriz, bir algıdır. Hemen sorun tespit edilip tedavi ya da onarımı için çalışmalar başlar. Bu sayede, kapitalizm ve modernlik krizlerden beslenerek yaşamaya devam eder.
Kapitalizmi ve modernliği eklektik olan Batı dışı toplumlara da krizler olur ama algılanmaz. Anestezi işlevi gören ideolojik aygıtlar aracılığıyla toplumların hisleri zayıflatılır ve krizler algılanmaz. Sürekli yüksek tansiyonla yaşamaya alışmış insanlar gibi, toplumlar krizle yaşamaya alışır. Ama bu sağlıksız bir durumdur, zamanla organlarda yetersizliğe neden olur, bedende aniden geri dönüşü olmayan hasarlar bırakabilir. Bilinç ve vicdan felç olabilir. Bilinci ve vicdanı canlı tutan eleştiridir. Eleştirinin olduğu yerde kriz çıkar, sakınmamak gerekir ondan.