Süreyya Su
Kriz ve Blues
1929’daki ekonomik kriz, ABD’de büyük yıkımlara neden oldu. Krizin sonucu olarak, birkaç ay içinde, bankalar battı, tasarruflar silinip gitti, fabrikalar kapandı, birçok kişiye icra geldi, malları haciz edildi ve iflaslar yaşandı. İnsanlar ekmek sıralarında bekler oldular; umutsuzca iş aramaya çıkmadan önce, sokaklarda çorba dağıtılan yerlere uğruyorlardı. Bir anda tüm ülkeye günü kurtarmaktan başka bir amacı olmayan, geçici işlerde çalışmak için oradan oraya gezinen, işin olabileceği bir yer bulmak hayaliyle tren vagonlarında maceralara atılan, harap gecekondu evlerinde, parklarda, yol kenarlarında, duvar diplerinde, barınmak için bulabildikleri her yerde gazete kâğıtlarına sarınarak uyuyan insanlar yayıldı.
Kriz Wall Street’te borsanın çökmesiyle başlamıştı. Ardından geçen üç yılda 5.500’den fazla banka ve yüz binin üzerinde işyeri battı, demiryolu şirketlerinin dörtte biri iflas etti, fabrikalar kapandı. Önce işçilerin ücretlerinde kesinti yapıldı ve çalışma saatleri azaltıldı, ama sonra yine de birçoğu işten çıkartıldı. 1929 ile 1932 yılları arasında Amerika’nın milli geliri yarı yarıya azaldı ve işsizlik çok arttı. İşgücünün dörtte biri işsiz kaldı. Maalesef bu durumdan en çok siyahlar etkilendi. Çünkü siyahlar her zaman işe almada son sıralarda, işten çıkarmada ise ilk sıralarda olurlardı. Zaten siyahlara verilen işler en zorları ve en az ücret ödenenleriydi. Güney’de çalışan bir siyah işçi, ortalama, saatte on sent alıyor ve günde on iki saat, haftada yedi gün çalışıyordu. Kuzey’de siyahların durumu daha iyiydi ve siyah ailelerin üçte biri kamu yardımı alıyorlardı.
Krizin ilk dönemlerinde kamu yardımları en az düzeydeydi, çünkü Başkan Herbert Hoover, herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiğini savunan liberal zihniyete dayalı politikayı sürdürüyordu. Kamu yardımlarının moral ve motivasyonu bozacağına, bireyin iradesini zayıflatacağına inanıyordu. Hoover, kamu yardımları yerine şirketlere yardım etmeyi tercih ediyordu. Böylece ekonominin kurtulacağını umuyordu. Hoover’in, topluma sırtını dönmesinin sonucu 1932’deki seçimleri kaybetmesi oldu. Seçimi kazanan Franklin Roosevelt hemen sosyal politikalara dayalı bir yeni düzen kurmaya yöneldi. Başkan Roosevelt olumlu ve sevecen yaklaşımıyla topluma yeniden umut ve güven vererek Büyük Buhran’ın neden olduğu karamsar havayı değiştirdi. Yeni Düzen insanları canlandırdı ve toplumun enerjisini yeniden ortaya çıkardı.
Yeni Düzen
1933’te hem ekonomiyi düzeltmek hem de topluma destek olmak için bir reform programı uygulanmaya başladı. Ticaret ve endüstriyi yeniden düzenlemek ve fiyatları denetlemek için yeni kurumlar oluşturuldu. Kamu yardımları çoğaltıldı; ülkede yardım alarak yaşayanların sayısı 19 milyona kadar yükseldi. Kuzey’deki siyahların yarısı yardım alıyordu. Üstelik yardımlar insanların rencide olmaması için altyapı işlerinde çalışma karşılığında ücret olarak veriliyordu. Yeni düzenin yardım programları Kuzey’deki siyahlara biraz yarar sağlamış ve onları açlıktan kurtarmışsa da, Güney’deki siyahlar aynı yoksulluk ve ayrımcılık ortamında kalmaya devam ettiler. Federal Hükümet yardımın sağlanmasında ayrımcılığa karşı talimatlar yayınlasa da, Güney’deki siyahlara yardım zor ve az ulaşıyordu.
İşsizlik sadece siyahlar için değil, beyazlar için de en büyük sorundu. Bu sorun, ekonomideki krizin hâlâ derin bir şekilde devam ettiğini gösteriyordu. İşsizlik sorunu ancak İkinci Dünya Savaşı’nda, savaş endüstrisi ve ordu fazla işgücünü içine çekip erittiğinde sona erdi. Roosevelt’in stratejik bir planı yoktu, ama durumu iyileştirmek için her şeyi deniyordu. 1935’te Federal Hükümet’e ait ve yerel fonlardan nüfusun yüzde 17’si destek alıyordu. O yıl işsizlik sorununu gidermek için bir kurum oluşturuldu: WPA, yani İş Geliştirme İdaresi. Bu kurum, iskân, altyapı ve çevre işlerindeki projelerde üç milyondan fazla insana iş verdi. Yeni düzen, krizi bitiremese de, siyahların toplumda kendilerini eşit ve onurlu hissetmelerini sağladı.
Buhran günlerinde blues
Ekonomik kriz, blues’un da değişmesine neden oldu. Kırsal ya da klasik blues kısa sürede zaman aşımına uğradı. Plak endüstrisi de genel olarak çöküş halindeydi. Plak satışları 20’li yıllarda yüz milyon civarındayken 1932’de altı milyona kadar düştü. Siyahlara yönelik pazar da hızla küçüldü; bu, 1920’lerde popülerleşen blues plaklarına ilginin azaldığı anlamına geliyordu. Artık blues, çoğu kent merkezlerinde yaşayan ve gece hayatının yıldızları haline gelmiş profesyonel sanatçıların repertuvarına girmişti.
Yeni kent blues’una ait öğelerden biri, krizden hemen önce ortaya çıkan “ev kirası partisi” geleneği içinde gelişmişti. Ev kirası partilerinin ana özelliklerinden biri, piyanistlerin çaldığı müziğin eşliğinde dans etmekti. Bu durum blues’un piyano ile icrasını yaygınlaştırdı. Bazı piyanistler sabit yerlerde çalıyordu, bazıları da sürekli hareket halindeydi. Bunların bazıları hobolar gibi avarelik yapıyor, bazıları da trenlerde çalıyordu. Demiryolu şirketleri, yolcuları eğlendirmek için piyanistleri işe alıyordu.
Boogie-woogie’den hokum blues’a
Blues’un piyanoyla icrası, sağ elin sonsuz ritmik çeşitlemelerine ve doğaçlamalarına karşılık sol elin sürekli bas çalmasına dayanıyordu. Hızlı çalınan piyanonun bir inip bir çıkan, telaşlı enerjisi, rayların üzerinde tıkırdayan ya da köprülerin üzerinde gürleyip tünellere dalan trenin sesini andırıyordu. İnsanların dans edip eğlenmesi için piyanoyla çalınan bu blues türüne boogie-woogie deniyordu. Getto hayatındaki şiddet ve gerilim, boogie-woogie’de piyanonun sesiyle neşe ve sevince dönüşüyordu. Ayrıca dansın törensel doğası, bir takım ortak duyguların dışa vurulmasını sağlayıp bir topluma ait olma ve güven duygusunu pekiştiriyordu. Boogie, insanlara bir araya gelerek iyi vakit geçirmenin mutluluğunu ve sevincini yaşatıyordu.
Boogie-woogie’nin neşesi ve enerjisinin yanı sıra, piyanoyla icra edilen ağırbaşlı ve sakin bir blues türü daha vardı. Bu, sürükleyici doğaçlamalardan oluşan yavaş, slow blues’du. Bu türün şarkılarında, bitmek bilmeyen dokunaklı bir melodiyle ve şarkıcının hüzünlü sesiyle kalplere taşınan bir acı vardır. Slow blues, ayrılığın, terk edilmişliğin, özlemin ve pişmanlığın verdiği kederi basitçe ifade eden bir müziktir. Hele bir de sakin sakin çalan bir piyanoya yanık sesiyle bir gitar eşlik edince ortaya mükemmel bir bileşim çıkıyordu. Bu bileşim insanları kendinden geçiren güçlü bir etki bırakıyordu.
Barlarda dans edip eğlenmek için çalınan boogie-woogie’nin bulaşıcı bir enerjisi vardır; hızlı melodileri insanlara yerinde duramayacakları bir hareket gücü verir. Ancak bir müzisyen blues’da ustalığını göstermek istiyorsa yavaş parçalar çalardı. Ahenkli ve enstrümantal açıdan zengin olan şarkılardı bunlar. Büyük Buhran günlerinde blues daha çok hayatın acı ve sert yanlarıyla ilgileniyordu. Ama Buhran döneminin kasvetinden kaçmak istercesine hafif, neşeli ve esprili şarkılar çalan coşkulu ve gürültülü blues grupları da vardı. Bu gruplar piyano-gitar bileşiminden kısa süren bir moda yarattılar. Hokum blues adı verilen bu tarz, kentli bireyin iyimserliğini canlı tutmayı amaçlayan bir girişimin ürünüydü. Ama bu iyimserlik Buhran’ın ağırlığı altında fazla dayanamadı ve blues yalnız ruhların acı, keder, hüzün gibi melankolik duygularını ifade eden nağmelere dönüş yaptı. Bu aslında blues’un evine dönüşüydü; çünkü blues yoksulların, kaybedenlerin, evsizlerin müziğidir. Toplumsal ve teknik gelişmelere bağlı olarak (enstrümanların elektrolaşması) blues kendi sınırları içinde kentlileşmiştir. Ama kentli orta sınıf siyahların arzu ve beklentilerini daha çok caz yansıtır.