Memetcan Demiray
'Homo demonus' uzay yolunda!..
80’ler ve hatta 90’larda depozito hepimiz için önemli bir kavramdı. Suların cam damacanayla evlere getirildiği o yıllarda sütten “cola”ya kadar birçok üründe “şişe parası” vardı. Öyle üç kuruş, beş kuruş da değil!.. Unutulan, sağda solda biriken boş bira şişelerinin depozitosuyla hatırı sayılır bir alışveriş yapılırdı!
Mahalle kebapçılarının sadece yakındaki ev ve iş yerlerine servis verdiği, samimi zamanlar... Zira İskender’i yemeniz maksimum 40 dakika sürse... Garson 1 saat sonra tekrar gelir, metal tabakları geri alırdı!
Bakkallarda bisküvilerin açıkta, tartılarak satılması bir yana... Pazara fileyle gidilen, sebzenin meyvenin kese kâğıdında taşındığı, “kendinden geri dönüşümlü” bir çağa doğmuştuk. 2000’lerde aşırı hız - derhal haz - sonsuz tüketim üçgeniyle tüm bu alışkanlıklar bir bir tarih olacaktı.
DEPOZİTOSUZ DÜNYA!
Şimdi 28 santimlik küçük boy pizza bile kocaman kutularla ve küçük şeffaf kaplarda 3 çeşit sosla sunulmaya başlıyordu! Üstelik mesafe de fark etmez, “aklındaysa kapında”ydı!
Yemekle birlikte gelen plastik çatal - kaşıklar, mini tuz ve karabiberler de cabası... Ofislerde çaylar çift kâğıt bardakla içiliyor, şık kafelerde “macchiato”lar müşterilerin narin ellerini yakmasın diye ekstra karton tutacaklara sarılıyordu. Her şeyin “tek kullanımlık” tasarlandığı bir ambalaj endüstrisi... Ne kadar çevreci olsanız da sizi bir yerden yakalayacaktı.
Hele Türkiye gibi “çarklar dönsün” mantığıyla işleyen bir ülkede... “Depozito” artık sadece ev sahibi - kiracı ve emlakçılar arasında pazarlık payıydı!
İçecekler çoktan form değiştirmiş, ormanlar ve plajları pet şişeler, teneke kutular kaplamıştı. Marketlerde “iade” kavramı unutulmuş, fahiş içki fiyatlarından dolayı birada bile depozito devede kulak kalmıştı. Herkesin bulduğu şişeyi sağa sola fırlattığı bir zenginlik diyarı!.. Sahi, dünyada kaldırımları bizim kadar cam kırıklarıyla dolu başka ülke var mıydı?
25 KURUŞA ÇEVRECİLİK: NAYLON POŞET!..
Bu hengâmede AKP’nin 20 yıla sığdırdığı en doğru hamle, naylon poşeti ücretli yapmaktı. Böylece halkımızın kasa arkasındaki torbaları bedava diye 8’er 10’ar alması önlenmişti! İşte doğa sevgisi, işte devlet-millet iş birliği!.. Vatandaş 25 kuruşa “çevreciliği” öğrenmişti!
Aynı dönem gazeteler, Türkiye’nin “çöp ithalatçısı” olduğunu ve Batı’nın plastik atıklarını “geri dönüştürmek” için aldığını yazıyordu. Hatta The Guardian’ın haberine göre, Çin’in 2018’de bu “pis iş”ten çekilmesiyle Türkiye’ye gelen plastik oranı yüzde 1200 artarak 446 bin tona fırlamıştı! Peki ne pahasına?.. Habere göre Adana’daki dönüşüm tesisinde çalıştırılan göçmen çocuk işçilerin sağlığı kalıcı zarara uğramaktaydı. Araştırmayı yapan sivil toplum örgütü, Avrupa Birliği’ni Türkiye’ye atık ihracına son vermeye çağırıyordu. Çöp bile ithal etmesi “sakıncalı” ülke... “Küresel güç” imajımız bir kez daha şahlanmıştı!
G20’NİN GAZI, V20’NİN FACİASI...
Peki bizde hâl böyleyken “gelişmiş ülkeler”de farklı mıydı? Yine The Guardian’da bu hafta çıkan bir haber, Batı’nın sera gazı emisyonu yüzünden okyanusların yüzeyindeki ısınmanın 1960’tan bu yana tam iki katına çıktığını duyuruyordu. Sonuç? Yeni seller bizi bekliyordu. Hatta buzullarda hapsolan virüsler de erime sonucu ortaya çıkabilir, yeni pandemiler başlatabilirdi!
Nitekim iklim krizinden en çok zarar gören V20 (vulnerable - savunmasız 20!) ülkeleri... İvedilikle yardım alamazlarsa pek yakında sosyal patlamalar ve göçlerle G20’nin başına dert açacaktı!
Ve ABD’de yapılan bir başka araştırma... Oklahoma ve Colorado gibi eyaletleri tehdit eden aşırı yağış ve su baskınlarına ülkenin batısındaki orman yangınları sebep oluyordu! Yani?.. Bir coğrafyada yaşanan felaket eninde sonunda diğerine yansıyordu. “Bana ne!” demek imkânsızdı.
KAFAMIZA ‘UZAY ÇÖPÜ’ DÜŞEBİLİR!
Sadece yeryüzü olsa gene iyi... Hafta içi Die Zeit’ın yayımladığı özel dosya, insanlığın uzayı da nasıl çöplüğe dönüştürdüğünü anlatıyordu. ABD ile Sovyetler arasında başlayan kozmik rekabete günümüzde yeni ülkeler ve hatta Elon Musk’ın SpaceX’i gibi özel firmalar katılmıştı. Bu trafik sonucu Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) verilerine göre sadece yakın yörüngede on binlerce “uzay çöpü” kol geziyordu! Uydu parçaları, roket enkazları, kazalar sonucu boşluğa dağılan hurdalar... Uzak yörünge de hesaba katıldığında 130 milyon parça, yani yaklaşık 10 bin ton malzeme, serseri mayın gibi gezegenin etrafında dönüp duruyordu! Bunlar günün birinde insansız ya da insanlı bir mekiğe çarpabilirdi. Zira milimetrik olanlar radarla da tespit edilemiyordu. Düşünsenize bir iletişim uydusunun böyle bir çöpten zarar gördüğünü... İnternet, cep telefonları... Tüm iletişim kesilebilirdi! Ve en ilginci... Gelecek 10 yıl içinde yeryüzünde bir kimsenin kafasına uzay çöpü düşme ihtimali yüzde 10’du! Arzın zavallı “sahibi”... “Başına gelen” felaketi acaba o zaman mı anlayacaktı?!
‘BÜYÜYEN’ CANAVAR: ‘HOMO DEMONUS’
Muhtemelen hayır!.. Deterjan firmalarının “geri dönüşüm”, petrol devlerinin “yenilenebilir enerji” reklamı verdiği bir uygarlık kendi kendini kandırmaya devam edecek gibi görünüyor. Prof. Dr. Tayfun Atay da yeni kitabı “Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm”de insanın iki yüzlülüğünü deşifre ederken Harari’nin tanrısal güçlere öykünen “homo deus”unun tam aksi istikamette nasıl şeytanlaştığını, “homo demonus”a dönüştüğünü anlatıyor.
Bu sırada İngiltere’de avlanma sonucu nesli yüzlerce yıl önce tüketilen kunduzların nehirleri nasıl koruduğu, küresel ısınmayla nasıl savaştığı anlaşılıyor. Ve bu sevimli canlıyı yeniden yetiştirmek için adada seferberlik ilan ediliyor!
Bir yanda küçük bedeniyle ekosistemi ayakta tutanlar... Diğer yanda “büyüme” hırsıyla yaşamı “sürdürülemez” kılan “homo demonus”... Kanında mikroplastik çıkan, çöpü arşıâlâya ulaşan bir “eşerr-i mahlûkât”... Kadim toprakları parsel, barınma hakkını rant, ağacı ve bitkiyi dekor olarak görüyor. Arsız bir mirasyedi adeta... Yeryüzünün gazını, suyunu har vurup harman savuruyor. Korkunç bir iştahla balık avlıyor, tarlaları kurutuyor, canlıları doğal yaşam alanından ediyor.
Bir kunduz kadar hayrı dokundu sanki buraya... Şimdi de fezaya gidiyor!