Süreyya Su
Hollanda Altın Çağı
Hollanda’da 17. yüzyılda gerçekleşen feodal toplumdan burjuva toplumuna geçiş Avrupa’da benzeri olmayan bir değişimdir. Burjuvazi Hollanda toplumuna egemen oldu. Hollandalılar toplumsal konumlarını artık soydan gelen ayrıcalıklarla değil, ticari statüleriyle tanımlıyordu. Onlar tarım dışı faaliyetlere yönelmiş, hayatlarını kentlerde kurmuşlardı. Nüfusun neredeyse yarısı kentlerde yaşıyordu.
Modern çağın başlarında Hollandalı aristokratların sayısı ve toprakları azalmıştı; buna bağlı olarak toplumdaki otoriteleri de sınırlıydı. Aristokratların sahip oldukları topraklar ekilebilir arazilerin yüzde 10’undan bile daha azdı. Zenginleşen köylülerden yeni toprak sahipleri çıkmıştı. Kentlerin dışında kalan kırsal alanın Eyaletler Meclisi’ndeki tek vekili olan aristokrasi sayıca az olmasına rağmen hâlâ geniş bir nüfuza sahipti. Gelgelelim 17. yüzyılın sonlarına doğru köylülerin ödediği kira parasıyla geçinen toprak sahibi aristokratların ekonomik durumu kötüleşmişti. Aristokratların sahip olduğu topraklar, her geçen gün, kentte oturanların ve özellikle de topraklarını genişletmek isteyen toprak sahibi zengin köylülerin eline geçiyordu.
Aristokrasinin dışında kırsal bölgede toprak sahibi olan kilise de ikincil bir konuma yerleşti. Kilise vakıfları ve manastırların büyük toprakları vardı. Ne var ki daha 16. yüzyılın sonunda manastır toprakları kamulaştırılmaya başlamıştı. Bu mülklerden gelen gelirler, köy okulları, yeni kurulan üniversiteler, hastaneler ve yetimhanelerin ihtiyaçları için kullanılmaya başladı. Burjuvazinin sahip olduğu topraklar aristokrasi ve kilisenin sahip olduğunun yüzölçümünü geçti. Burjuvazinin kırsal bölgeye doğru genişlemesinin nedeni, kent ekonomisine destek olacak bir ekonomik hinterlanda sahip olma isteğiydi. 17. yüzyıl boyunca kentliler toprak satın aldıkça ve kırsal faaliyetlere yatırım yaptıkça burjuva sermayesiyle beraber burjuva yaşam biçimi de gittikçe daha fazla kırsal bölgeye yayıldı.
Sınıflı toplumun doğuşu
Tarımsal ekonomi büyük ölçüde özel mülkiyete dayalı hale gelmişti. Köylüler topraklarını ve ürünlerini toprak sahiplerinin baskısına uğramadan, istedikleri gibi kullanabiliyorlardı ve bu hem tarımsal ekonominin iyileşmesini hem de tarımsal yöntemlerin gelişmesini sağladı. İlk sınıflı toplum aslında Hollanda köylerinde ortaya çıkmıştı denebilir. Hollanda tarımı piyasa ekonomisi kurallarına tabi olmuştu. Geniş topraklara sahip zengin köylüler başka köylülere toprak kiralıyor, kredi veriyor ve ticaret yapıyorlardı. Baltık ülkelerinden ithal edilen tahıl, hem toprağın hem emeğin daha verimli tarımsal işlerde kullanılmasını sağladı. Köylüler özellikle hayvancılık yapmaya ve tereyağı, peynir gibi süt ürünleri üretmeye başladı. Böylece tarımda makineleşme, uzmanlaşma, işbölümü ve kırsal nüfusta farklılaşma ortaya çıktı. Diğer yandan köylüler üretim araçlarına sahip olan kapitalistler ile bunlara sahip olmayan ve emeğini ücret karşılığı satan işçiler olarak ikiye bölündü.
Gelişen tarım sektöründe artan ücretler, 17. yüzyıl boyunca köy işçiliğini cazip hale getirdi. O günlerde yüksek ücretlerden şikâyet edildiğini gösteren birçok belge vardır. İşler makinelere devredilerek ve mevsimlik işçi kullanılarak maliyetler düşürülmeye çalışılıyordu. Örneğin sütçü kızların yerine beygir gücüyle çalışan tereyağı karıştırıcısı kullanılıyordu. 17. yüzyılın sonuna doğru, özellikle hasat dönemlerinde Vestfalya’dan mevsimlik işçi almak tercih edilmeye başladı.
Dolayısıyla Hollanda köylerinde refah düzeyi yükseldi. 16. yüzyılda bir köy evinde mobilya namına genelde iki masa ve birkaç sandalye olurdu. 17. yüzyılda büyük meşe sandalyeler, masalar, yataklar, perdeler ve halılar her evde görülmeye başladı. Köylülerin zenginliklerini sergiledikleri eşyalar ise altın ve gümüş tokalar, kaşıklar, düğmeler ve sürahilerdi. Dokuma ürünleri de bol miktarda alınıyordu. 17. yüzyılda ortalama bir köylü her sabah aralarından seçebileceği bir düzine gömleğe sahipti. Ayrıca sandıklarda çarşaflar, elbezleri, masa örtüleri ve peçeteler bolca bulunuyordu. Bunların dışında zengin köylülerde bolca nakit, bonolar ve hisse senetleri vardı. Hollandalı köylüler resim de almaya başlamıştı ama bu çok tercih edilen bir şey değildi.
Resim kent toplumunda çok tercih edilen bir statü göstergesiydi. Kent toplumunda eğitimden sonra statü ölçütü zenginlikti. Burjuva toplumunun bir özelliği olarak kentlerde insanlar mal mülke çok değer verirdi. Protestan ahlakının değerlerine göre, kendisinin ve başkalarının servetini kumarda batırmış olanlar ve müflisler horgörülürdü. Örneğin Doğu Hint Adaları Şirketi’nde müflislerin, Katoliklerin ve Asya ticaretinde adı kötüye çıkanların işe alınması kesinlikle yasaktı.
Sınıfların düzeni
Hollanda toplumu hiyerarşik olarak sınıflara ayrılmıştı. Kentli yönetici sınıf yaklaşık iki bin kişiden oluşuyordu. Bu küçük sınıf dışa kapalı bir seçkinler grubu olarak devlet ve belediye makamlarını aralarında paylaşmıştı. Ardından aralarında zengin tüccarlar, şirket yöneticileri, yüksek rütbeli subaylar, yüksek mevkideki memurların olduğu bir seçkinler sınıfı geliyordu. Orta sınıf tüccarlar, zanaatkârlar, kaptanlar, düşük rütbeli subaylar, memurlar, bürokratlardan oluşuyordu. Üst ve orta sınıfların gelirleri iyiydi; ücretler yüksekti. 17. yüzyılın ortalarında fiyatlar düştüğü için satın alma gücü daha yükselmişti. Alt sınıflardakiler de bu durumdan yararlandı. Yine de işçiler, hamallar, denizciler, muhasebeciler, öğretmenler, askerlerden oluşan alt sınıf karın tokluğu sınırında yaşıyordu. Bu yüzden kadınlar ve çocuklar da çalışmak zorundaydı; onlara dokuma endüstrisinde talep vardı.
Buna rağmen, Hollanda kentleri ve köyleri tüm Avrupa’ya göre en yüksek ücret ödenen yerlerdi. Bu yüzden Hollanda’ya sürekli göç oluyordu. Bu ekonomik gelişmenin şöyle bir çelişkisi vardı: Hollanda emek pazarı yabancı işçiler için çekiciyken, Hollandalı alt sınıflar işsizlik sınırında ve dilenci olmanın eşiğindeydi. Bu durum, Altın Çağ boyunca Hollanda’da başta kilise kurumları olmak üzere çok sayıdaki hayır kurumunun bağışlarına muhtaç olmak demekti. Gelgelelim bütün Avrupa’yla karşılaştırıldığında dilencilik Hollanda’da çok rastlanan bir olgu değildi. Ülkeye gelen yabancı ziyaretçiler, dilenci sayısının şaşılacak kadar az olduğundan ve halkın geceleri bile güven içinde yolculuk edebilmesinden hayretle söz ederdi. İşsizlik artmasına rağmen, Avrupa’da kişi başına gelirin en yüksek olduğu ülke Hollanda’ydı. Çünkü işsizlikle beraber üst ve orta sınıfların zenginliği de artıyordu. Orta sınıftan insanlar Protestanlığın öğüdüne uyarak biriktirdikleri parayla düzenli olarak devlet ve eyalet tahvilleri ile şirket hisselerine yatırım yapıyor ve böylece uzun vadede zenginleşiyorlardı. Böylece sınıfsal olarak ilerleme fırsatı da yakalayabiliyorlardı.
Evliliğin kerameti
Sınıfsal olarak en üste çıkmak isteyenler Amsterdam’a taşınıyordu; çünkü bu kent dünyanın ticaret ve deniz taşımacılığı merkeziydi. Amsterdam’ın ekonomik hayatı, sürekli göçle gelen tüccarlarla ve bu yeni zenginlerin kentin yönetici sınıfı arasına katılmasıyla çok devingendi. 17. yüzyılın sonlarına doğru Amsterdam’ın genişlemesi durmaya başlayınca rantiye zihniyeti yerleşmeye başladı. Bu zihniyetin yerleşmesiyle hayat tarzında değişimler oldu.
17. yüzyıl Amsterdam’ında zenginlik bir yere kadar sınıfsal ilerlemeyi sağlayabilirdi. Sosyal piramidin zirvesine varmanın en kestirme yolu evlilikti. Alt ve orta sınıftakilerin böyle bir evliliği yapabilmeleri için yeterli zenginlikleri olmadığı için önlerinde iki seçenek vardı: ya denizci ya da sanatçı olmak.
Örneğin Leidenli olan Rembrandt’ın babası değirmenci, büyükbabası fırıncıydı. Rembrandt önce Latince öğreten bir okula, sonra da Leiden Üniversitesi’ne gitti. Sanat eğitimi aldıktan ve Leiden’de usta bir ressam olduktan sonra 1631’de Amsterdam’a taşındı. Orada belediye başkanının kızıyla evlenerek en üst sınıfa katıldı.
Burjuva sınıfında püriten bir yaşam biçiminin içine ustalıkla yerleştirilmiş çeşitli statü sembolleri vardı. Bunlar giyim kuşamdan, arabalara ve evlere kadar uzanırdı. Gösterişten uzak bir izlenim uyandıran siyah kıyafetler, aslında öyle iyi kumaştan yapılmış ve öyle pahalı dantellerle süslenmiş olurdu ki herkes onları giyenlerin ne kadar zengin olduğunu fark ederdi.
Özetle, 17. yüzyıl Hollanda toplumu, modern çağ başları Avrupası’nda biriciktir. Siyasal ve toplumsal hayat, aristokrasinin, kilisenin ya da bir kralın egemenliğinde olmayıp, burjuvazinin egemenliğindeydi. Oysa Fransa’da bu sınıf ancak 1789’da Fransız Devrimi’yle iktidara gelebildi. Burjuvazi, zengin köylülerle birlikte Hollanda’nın ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmesini desteklemiştir. Denebilir ki Rembrandt’ın ışığı da Spinoza’nın sevinci de burjuvazinin yarattığı dünyanın zenginliği, çokluğu, çelişkisi ve dinamizminden gelmektedir.
*Michael North, Hollanda Altın Çağı’nda Sanat ve Ticaret, çev: Taciser Ulaş Belge, İletişim Yayınları