Emre Tansu Keten
Hedefte olan Boğaziçi değil, Üniversite fikri
İşte, Boğaziçi, bu birkaç istisna üniversiteden birisi; kendi özerk yapısını bir nebze koruyabilmesi ve sahip olduğu simgesel değerden dolayı, belki de en önemlisi. AKP, artık zamanının geldiğini düşündüğünden olacak, üniversitelere karşı saldırısında, bir bakıma son taarruzunu başlattı. Bu nedenle bu yaşananlar, basit bir rektör atama meselesi değil, AKP’nin on yılı aşkın zamandır süren, akademiyi yok edip, onun yerine kayyum akademiyi, yani akademik bir nitelik ve motivasyon taşımayan iktidar memurluğunu, yerleştirme çabasının son evresi.
İktidarın, baş hedef olarak LGBTİ+ bireyleri seçmesi tesadüf değil. İktidar olduğu günden bu yana İslamcı hareketi kendi eliyle tasfiye eden, İslamcılığın 90’lardaki radikalizmini belediye ihaleleriyle soğuran ve sonuç olarak kendi dinbaz siyasetini geçer akçe yapan AKP için LGBTİ+ kadar kolay, kullanışlı ve elverişli bir hedef bulmak zor. İslam’ı referans göstererek yolsuzluğa, hırsızlığa, kul hakkı yemeye, faize, kumara, adaletsizliğe, iftiraya karşı bir tavır sergilemesi oldukça zor olan bir kesimden söz ediyoruz.
Cumhurbaşkanı, İçişleri Bakanı, ittifakın küçük ortağı, emniyet teşkilatı, valilikler, iktidar medyası, sosyal medya troll’leri, kısacası AKP devletinin bütün unsurları bir araya geldi ve öğrencisiyle, hocasıyla Boğaziçi Üniversitesi’ne bir savaş açtılar. Öğrenci ve hocalar, kurumlarına paraşütle bir rektör atanmasına karşı haklı tepkilerini dillendirirken, zaman içinde AKP, bunu geniş çaplı bir toplumsal kutuplaştırmanın aracı olarak kullanmaya başladı.
AKP’nin klasik yalan makinaları, direnişin terör örgütlerinin bir organizasyonu olduğunu kanıtlamak için insan aklıyla dalga geçer nitelikte haberler servisler ettiler, valilikler en son eylemi 80 öncesinde görülmüş örgütlerin üyelerinin bu işin başında olduğunu iddia eden açıklamalar yayımladı. Erdoğan ve Bahçeli, öğrencileri doğrudan terörist olmakla suçladı, onları öğrenciden saymadı.
LGBTİ+’yı hedef almak
Bunun yanında, LGBTİ+, belki de bugüne kadar olmadığı düzeyde siyasetin konusu haline getirildi. Gezi’deki Kabataş yalanının güncellenmiş bir versiyonu olarak tanımlanabilecek Kabe’ye hakaret propagandasıyla, Boğaziçi direnişi LGBTİ+ meselesine hapsedilmeye çalışıldı. Bütün bu saldırılara karşı, Boğaziçi’nin yanında konumlanmış toplumsal muhalefet hem bu söylemsel çerçevelemeye karşı çıktı, hem LGBTİ+ hakları insan haklarıdır diyerek, geri bir pozisyona geçmeyi de reddetti.
İktidarın, baş hedef olarak LGBTİ+ bireyleri seçmesi tesadüf değil. İktidar olduğu günden bu yana İslamcı hareketi kendi eliyle tasfiye eden, İslamcılığın 90’lardaki radikalizmini belediye ihaleleriyle soğuran ve sonuç olarak kendi dinbaz siyasetini geçer akçe yapan AKP için LGBTİ+ kadar kolay, kullanışlı ve elverişli bir hedef bulmak zor. İslam’ı referans göstererek yolsuzluğa, hırsızlığa, kul hakkı yemeye, faize, kumara, adaletsizliğe, iftiraya karşı bir tavır sergilemesi oldukça zor olan bir kesimden söz ediyoruz.
Bu başlıklarda “amaç için her şey mubahtır” fetvaları yayımlayan din adamları varken, bu başlıklarda İslam’ı referans göstererek eleştiri yapma hatasına düşenlerin sözleri mutlaka bir erk sahibine dokunacakken, LGBTİ+’yı eleştirmek, hem İslamcı bir söylemde geniş bir kesimi bir araya toplamayı, hem de bunu yaparken kimsenin “ekmeği”ne mani olmamayı sağlıyor. Yani bu propaganda faaliyeti, AKP’nin, İslam’ı kendi siyasi çıkarları için araçsallaştırmasının sınırlarına geldiğini gösteriyor.
Asıl mesele rektör mü?
AKP’nin propaganda aygıtları, asıl meselenin rektör ataması olmadığını, bu atamanın AKP’ye karşı ikinci bir Gezi için bahane olarak kullanıldığını söyleyip duruyorlar. Aslında haklılar, mesele sadece bir rektörün atanması değil, AKP’nin uzun bir süredir yürüttüğü akademiyi ele geçirme, yani akademiyi akademiden çıkarma meselesi.
Örneğin, birkaç ay önce Süleyman Soylu katıldığı bir televizyon programında KHK’lılar hakkında konuşurken, Barış Bildirisi’ni imzalayan ve KHK’lar ile ihraç edilen akademisyenlerin kendileri için bir sorun teşkil etmediğini, asıl sorunun henüz ihraç edilmemiş imzacı akademisyenler olduğunu söylemişti. Boğaziçi, imzacı akademisyenlerin ihraç edilmediği az sayıdaki üniversiteden biriydi.
Boğaziçi Direnişi’nin başlamasının ardından bir yazı yazan Hilal Kaplan ise, meselenin rektör atamasıyla doğrudan ilgisi olmadığını, yaşananların okulun yerlileşmesine karşı dirençle alakalı olduğunu söylüyordu: “Ezcümle, Boğaziçi oligarşisi yıkılacak; yerine çoğulcu, demokratik ve ABD Konsolosluğu'na kırmızı hatla bağlı olmayan ‘BURALI’ bir yapı kurulacak. Bu dönüşümün sancılarını yaşıyoruz.”
İletişim Başkanı Fahrettin Altun da, Boğaziçi’ne polisin ordu gibi girdiği ve öğrencileri okul içinde gözaltına aldığı günün akşamında bir belge yayımlayarak, bütün olayların LGBTİ+ kulübünün kapatılması ile ilgili olduğunu iddia ediyordu. Yayımladığı belgeyi okulda kimse görmemişken ve rektörün söz konusu belgeyi imzalamasının üzerinden bir saat bile geçmemişken Cumhurbaşkanlığı yöneticisi birinin bu belgeyi sosyal medyada yayımlaması da asıl meselenin rektör olmadığını, rektörün kendi iradesiyle en ufak bir karar alma ehliyetinin bile bulunmadığını, Melih Bulu’nun sarayın bir komiseri olarak oraya gönderildiğini kanıtlıyordu.
Üniversiteye saldırının devamı
Bütün bunlar bir arada değerlendirildiğinde, meselenin bir rektör ataması olmadığı açık. Ama bazı muhaliflerin iddia ettiği gibi AKP’nin, eriyen oylarını konsolide etmek için başvurduğu bir provokasyon olmadığı da o kadar açık.
Bu yaşananlar on sene öncesinde başlayan üniversitelere saldırının bir devamı niteliğinde. AKP, üniversitelere saldırısını en kolay hedeflerden başlayarak hayata geçirdi. 2010’ların başında, birçok üniversitede örgütlü olan, cemaatin desteğiyle ilk önce en kolay hedefler, yani Anadolu’daki üniversiteler yeniden yapılandırıldı. “Her ile bir üniversite” şiarıyla açılan yeni okullar, AKP’nin kendi ak’ademisyenlerini yetiştireceği ve besleyebileceği alanlar olarak kurgulandı. Bunlar olurken, ODTÜ’de en açık örneğini gördüğümüz gibi, öğrenci hareketi bizzat devletin zirvesi tarafından hedef alındı, öğrencilerin siyaset yapması kriminalize edildi, soruşturmalar, yargılamalar ve Ülkücülerin saldırıları ile öğrenci hareketi pasifize edilmeye çalışıldı.
Bu alanda ilerleme sağlanınca, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerdeki üniversitelere sıra geldi. Buralara, Melih Bulu gibi, dışarıdan ve alakasız bir şekilde atanan isimler, bu okulların içerisinde halihazırda var olan anlaşmazlıkları kullanarak okulların iç yapısını bozdu, bu esnada art arda açılan kadrolarla, AKP’nin onayladığı birçok isim geleneği olan bu fakültelere doluşturuldu, kısa bir zamanda bu gelenekler berhava edildi.
“Allah’ın lütfu” olarak nitelendirilen 15 Temmuz’dan sonra ise, birçok fakültenin yapısını radikal olarak değiştiren KHK’lar kullanıma sokuldu. Bir gecede yüzlerce akademisyen ihraç edilerek, Marmara, Yıldız, Ankara, Dokuz Eylül, Ege gibi köklü üniversitelerin ele geçirilmesinde büyük bir adım atıldı. Bu hamleden sonra, birkaç üniversite hariç, bütün okullar AKP’nin istediği gibi at koşturabileceği, rektöründen araştırma görevlisine kadar kadroları istediği gibi belirleyebileceği, bunları yaparken herhangi bir tepki ile karşılaşmayacağı kurumlar haline geldi.
Kayyum akademi
İşte, Boğaziçi, bu birkaç istisna üniversiteden birisi; kendi özerk yapısını bir nebze koruyabilmesi ve sahip olduğu simgesel değerden dolayı, belki de en önemlisi. AKP, artık zamanının geldiğini düşündüğünden olacak, üniversitelere karşı saldırısında, bir bakıma son taarruzunu başlattı. Bu nedenle bu yaşananlar, basit bir rektör atama meselesi değil, AKP’nin on yılı aşkın zamandır süren, akademiyi yok edip, onun yerine kayyum akademiyi, yani akademik bir nitelik ve motivasyon taşımayan iktidar memurluğunu, yerleştirme çabasının son evresi.
Bulu’nun “Boğaziçi’ni dünyada ilk yüze sokacağım” demeçleri retorikten ibaret. Bulu’nun da bir askeri olduğu bu taarruzun amacı, Boğaziçi’yle, Numan Kurtulmuş’un yanında el pençe divan duran bir rektöre sahip Gaziantep Üniversitesi’ni aynı vasatta ve aynı sadakatte buluşturmak. AKP’nin, adını hak eden gerçek bir akademiye ihtiyacı yok, hoş bunu başaramayacaklarını da iyi biliyorlar. Onların ihtiyacı, iktidarın propaganda makinasına dahil olacak sosyal bilimciler, yerli otomobil, yerli füze projelerinde yer alacak “yerli ve milli” mühendisler vs. Bu nedenle, bugün, üniversiteyi savunmak sadece Boğaziçili öğrencilerin ya da hocaların sorumluluğu değil, üniversite fikrine inanan herkesin sorumluluğu.