Hayat, Beklemekten İbaret

Samuel Beckett, yirminci yüzyıl yazarları içinde yapıtları en çok felsefi okumalara açılmış olanların başında gelir. Nitekim Beckett’in yapıtları felsefi düşüncelerle diyalog kurabilecek bir derinliği ve bilgeliği barındırır. Beckett’in yapıtındaki her kelimede var olmanın ağırlığı, boşa bekleyişin saçmalığı ve insanın dünyaya rastgele fırlatılmışlığı ya da terk edilmişliği dile gelir. Beckett’in karakterleri yersiz yurtsuz ve umutsuz bir insanlık durumunun portreleridir.

Dünya insanın evi değildir, anlamsız işlerle oyalanarak beklediği bir boşluktur; karanlık bir hiçlik, tekinsiz ve ıssız bir mezarlıktır.

Modern insanlık yine de yurtsuzluğunda kendisini ait olduğu veya olması gerektiği yerde ve ölümlülüğünde canlılığını veya ölürken yaşadığını hissetmekte, içinde olduğu boşlukta veya hiçlikte özgürlüğü deneyimlemektedir. Bütün anlamsızlığıyla Beckett’in yapıtlarındaki dünya muhatabını felsefî düşünceye davet etmekte ve yorumu en aşırı uca kadar götürmeye teşvik etmektedir. Gerçekten, Beckett’in yapıtları felsefe niyeti taşıyan, metinlerin içine saklanmış belirsiz ipuçları ve düşünceler içerir. Karanlık bir atmosfer, kasvetli bir hava, viran mekanlar, bitik karakterler, hayatın anlamsızlığına dair karamsar bir duygu, amaçsız bir varoluş rahatsız edici bir şekilde Beckett’in yapıtlarına sinmiştir.

Gelgelelim Beckett’in felsefeyle ilişkisi ikircimli ve temkinlidir. Beckett öğrenim hayatında, İrlanda’da ve Fransa’da okuduğu okullarda iyi hocalardan felsefe dersleri görmüştü. Lakin felsefeye pek ilgi duymadı. Felsefe dili ona anlaşılmaz geliyordu. Düşüncelerini felsefî olarak ifade edebilseydi kesinlikle edebiyata yönelmezdi. Nitekim “Romanlarımın konularını felsefî olarak ifade edebilseydim, onları yazmak için gerekçem olmazdı” demişti. Ayrıca yapıtlarına felsefî bir yorum veya anlam dayatan her girişime direnmiştir.

Beckett’in yapıtlarının felsefi düşünceler içerdiği reddedilemez. Elbette onun yapıtları önemli felsefî temaları işliyor: Tanrı öldükten sonra yaşamın anlamı, vaz geçiş olarak umutsuzluk, insan doğası, yeryüzüne fırlatılmışlık, ölüme doğru varlık olmak, değerlerin değersizleşmesi, zamanın neliği, dilin yetersizliği vs. Dolayısıyla çağdaş felsefî düşünceler Beckett’in yapıtına farklı okuma önerileri getirebilirler. Yine de Beckett’in yapıtını felsefeye tercüme etmekten sakınmak gerekir.

Teoriyle değil, deneyimle anlamak

Beckett’in yapıtları teorik bir bakışla değil çıplak gözle, felsefî düşünceyle değil yansıtmalı düşünceyle okunduğu veya seyredildiği zaman anlaşılabilirdir. Şöyle ki 1957’de ABD’de bir hapishanedeki mahkûmlara Godot’yu Beklerken oynanmış ve mahkûmlar o kültürlü ve bilgili New York seyircisinin anlayamadığını, yani Godot’yu Beklemek’in özünde beklemenin nasıl bir şey olduğu hakkında bir oyun olduğunu anlamışlardır. Kendi durumlarıyla analoji yaparak Godot’yu Beklemek’in kavuşmayı beklemek, serbest bırakılmayı beklemek üzerine olduğunu söylemişlerdir.

Hepimiz hayatta bir şeylerin olmasını bekliyoruz. Sınava girmeyi, sınavda kazanmayı, mezun olmayı, işe girmeyi, âşık olmayı, evlenmeyi, tatile çıkmayı, emekli olmayı, şu günlerde aşının bulunmasını, salgının bitmesini bekliyoruz. İnsanın hayatı bir bakıma sürekli bekleme halidir. Dinler bu bekleme haline kutsal bir anlam verir: kıyameti beklemek, Mesih’i beklemek gibi.

Beckett’in karakterleri hayatın saçmalığının farkındadır ama bu saçmalığa son vermek yerine teslim olmuşlardır. Godot’yu Beklerken’deki karakterler sadık bir şekilde Godot’yu beklerler, geleceğinden şüphe etmeye başladıklarında bile beklemekten vaz geçmezler. Beklemek rutin, boş, sürekli ve amaçsız bir hal almıştır. Varlık beklemek olarak vücuda gelince zaman da hep aynının tekrarı olarak durmuştur. Beckett felsefeden uzak durmaya çalışsa da varlık sorusuyla hep meşgul olmuştur.

Godot olayı

Ama Godot’yu Beklerken’de asıl vurgu varlık üzerine değil, olay üzerinedir. Karakterler bir şey yapmadan, öylesine beklerken varlığın anlamına erişme imkanı yoktur, ama zayıf da olsa, bir olayın meydana gelme ihtimali uğruna, olayın meydana geldiği o beklenmedik bir anda, orada hazır bulunmak için sebatla beklemektedirler. Neredeyse bomboş bir sahnede iki kişi bir ağacın altında oturmuş beklerler. Oyun boyunca ağacın altından ayrılmadan gölge gibi dururlar. Godot’yu beklemekten başka bir amaç ve oyalanmaktan başka uğraşları yoktur.

Mamafih, oyunun ana karakterleri, Vladimir ve Estragon’un bu eylemsiz bekleyişlerinden bir olayın gerçekleşmesi mümkün değildir. Bir olayın gerçekleşmesi için iki karşıt varlığın karşı karşıya gelmesi, tek benci bir kalıbı kıracak ikiliğin, diyalektik bir ilişkinin ortaya çıkması gerekir. Oysa bu iki karakter diyalektik bir çift oluşturmazlar; sadece bir bütün oluştururlar. Çünkü bu iki karakter iki farklı insan veya birbirinden özerk bireyler değildir. Özne ve nesne bile değildir. Birini diğerinin yerine koyabilirsiniz, bir şey değişmez. Tekçi ideallere göre kurulmuş ya da kurulmak istenen bir toplumun simgesi gibidirler. Otoritaryen kişilikler gibi, amacını bilmedikleri bir görevi ifa etmek üzere beklemeleri gerektiğine dair bir buyruğa tabi, sonunda ne olacağını bilmedikleri boş bir vaade sadık, anlamsız varoluşlarını bir kader olarak kabul etmiş şekilde eylemsiz beklemektedirler. Yine de arzularını yitirmemişlerdir; umutları olmasa bile arzuları vardır. Zaten bir olayın meydana gelebileceğine dair beklentiyi devam ettiren tek neden olarak tükenmeyen arzu kalmıştır. Umut tükense de arzu tükenmez. Çünkü umut mümkün olanı, arzu ise imkansız olanı bekler.

Beckett’in karakterleri, Sartre’ınkilerin aksine, insanları eyleme yönlendirmez; bunun yerine, Estragon’un oyunun açılışında söylediği gibi “Yapacak hiçbir şey yok” diyordur. Beckett’in karakterleri hayal edilebilecek en aciz ve bitik varlıklardır. Tükenmişliklerini kendilerine bir bilen havası verecek şekilde süslü sözler ederek saklamaya çalışırlar.

Vladimir, uzaktan gelen bir imdat çığlığı duyar ve arkadaşına şunları söyler: “Bütün insanlığa sesleniyor, hala kulaklarımızda çınlayan şu imdat çığlıkları! Ama burada zamanın bu anında, bütün insanlık biziz, istesek de istemesek de. Hadi tadını çıkaralım çok geç olmadan! Zalim bir kaderin bize emanet ettiği pis soyu bir kez olsun layıkıyla temsil edelim!”

Yardım talebinde bulunan insanın hemen yanına gidip yardım etmek yerine, kendi aralarında yardım edip etmemeyi tartışarak zaman geçirirler. Tüm konuşma daha çok kendini övmekten ibarettir ve sonuç olarak mazeret üretirler. Maalesef yapabilecekleri hiçbir şey yoktur, çünkü Godot’yu beklemektedirler. Burada Beckett, hümanizmin parodisini yapmaktadır ve modern insanın her şeyi akla uygun yapma iradesinin başkalarına karşı sorumluluklarından kaçmak üzere işi yokuşa sürmekten başka bir amacı olmadığını ima etmektedir. Oysa her şeyin saçma olduğu bir dünyada rasyonel davranmaya çalışmak vakar kisvesine bürünmüş cesaretsizliktir.

Hayatın absürdlüğü

Beckett’in yapıtları, özellikle Godot’yu Beklerken ve Oyun Sonu, kendi çağının önemli bir felsefî sorununu, absürdlüğümüzü ele alır ki bu sorun bugün de bizim hala en önemli felsefî sorunlarımızdan biridir. Beckett, bu oyunlarla dünyanın, hayatın ve kendimizin saçmalığını göstermeye çalışır.

Godot’yla ilgili tahminler çoktur: Kimi Godot’nun ölüm olduğunu söyler, kimi hakikat, kimi de “God-Godot” benzerliğinden yola çıkarak Tanrı olduğunu söyler. Bu tahminlerin hepsi varoluşçu felsefeden çıkarımda bulunur ama Beckett varoluşçuluktan uzak olduğunu kendisi belirtmiştir. Heidegger ve Sartre’ın belki haklı olabileceklerini ama onları anlamadığını ve onlara katılmadığını söyler. Beckett’e göre artık varlıktan söz edilemez, yalnızca enkazdan söz edilebilir.

Beckett, dünyanın bir bekleme yerinden ve hayatın beklemekten ibaret olduğunu göstermek ister bize. Absürd bir dünyada var olmanın anlamı da absürddür: beklemek. Dünya, Estragon ve Vladimir gibi bir takım saçma işlerle oyalanıp vakit geçirdiğimiz, birbirimizle konuşuyor gibi yaparken aslında birbirimizi dinlemediğimiz bir ağacın gölgesidir. Bu iki karakterin sonu gelmeyen bekleyişlerinde kendi hayatımızı görür gibi oluruz.

Daha sonra sahneye bir çift daha gelir: Pozzo ile Lucky. Onlar Hegel’in efendi ve kölesidir. Estragon ve Vladimir ne kadar hareketsiz ve eylemsizse, Pozzo ve Lucky de bir o kadar hareketli ve dinamiktir. Beckett, Estragon ve Vladimir ile olanı, Pozzo ve Lucky ile ise olması gerekeni göstermek ister sanki. Beklenenin gelmesi, bir olayın, yani mucizenin meydana gelmesi için eylemek, praksis gereklidir. Eyleyen insan mevcut durumu değiştirir ve böylece zamanın akışını mümkün kılarak geleceği getirir.

Ama Beckett’in oyununun bütününden insanın eylemleri sayesinde geleceği getirebileceğine dair bir umut çıkmaz. O sadece insanın böyle bir gizil (virtüel) güce sahip olduğunu sezdirir, ama fiili durum beklemektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Su Arşivi