Sinan Tepe
Hayalleri Vardı, Çabası Yoktu: Osman; Bir Çöküş Romanı
Algıladığımız, gerçeklik dediğimiz şey, bize ancak ön yorumların ambalajı içinde ulaşıyor. Üstelik hakikat dediğimiz şey yalnızca dış müdahalelerle bozuma uğramıyor. İnsanın anıları her defasında belli bir mesafe kaybeden sarkacın salınımı gibi. Sarkaç gidip geldikçe yani zaman aktıkça hikâyede bazı boşluklar oluşuyor, zihin dediğimiz ‘yerleştirme sanatçısı’ ise bu boşlukları kendi kültürel sermayesine göre ve bilhassa lehine sonuçlanacak şekilde doldurmaya başlıyor.
Bauman, algıladığımız gerçeklik ve gerçekte ne olduğuyla ilgili iki farklı kavram koyar ortaya. Erfahrung, gerçekte ne olduğunu betimlerken erlebnis, algıladığımız gerçekliği vurgular. Bir nevi erfahrung nesnel gerçekliğe, erlebnis ise öznelliğe tekabül etmektedir. Erlebnis, kişisel anıların içerisinde masum bir yanılgı gibi görünse de istismara oldukça açıktır. Sonuç itibariyle algılanan gerçeklik, birçok ideolojik aygıt vasıtasıyla bizzat iktidar tarafından bozuma uğratılabilmektedir. Üstelik algı dediğimiz şey saf bir bilinç ile değil, gerçekliğin kurgusal inşasıyla oluşturulmaktadır. Örneğin, devletlerin günlük politikalarını ikna edici kılabilmek için tarihi sürekli farklı anlattıklarına şahit olabilmekteyiz.
“Tarih dediğimiz şey sürekli bir geçmişi düzeltme çabası aslında.”
Ayfer Tunç’un son romanı Osman’da geçmekte bu cümle. Gerçekten de tarih dediğimiz şey algılanan gerçekliğin zaman içerisindeki serüveni gibi. Yalnızca büyük yapılar değil, her bir insan, her bir karakter tarafından da geçmiş sık sık tamir ve tahrip edilmekte. Ayfer Tunç bu gerçeklik yitiminin farkında bir yazar olarak, hikâyesini birçok karakter vasıtasıyla anlatmakta ve her bir karakterin kendi bakışındaki gerçekliği okuyucuya aktarmaktadır.
Bir Kaybeden
Osman, varlıklı bir ailede yetişmiş, çocukluğundan itibaren piyano eğitimi almış, kolejlerde okumuş, sanatın farklı dallarına meyletmiş bir 90’lar gencinin düşüş hikâyesi. O, birçok şey olmak isterken heba olmuş, değişen ve dönüşen kültüre ayak uyduramamış belki de uydurmak için çaba harcamamış bir karakter. Osman en iyi ifadeyle; ‘Hayalleri olan fakat çabası olmayan’ bir kaybeden olarak karşımızda.
Ella Caz Kulübü’nün piyanisti Osman Koryürek, sabaha karşı program çıkışı, hızla gelen bir hafriyat kamyonunun altında kalarak feci şekilde can verir. Osman’ın ölmeden önce tuttuğu günlüklere bir sahafta rast gelen gazeteci-anlatıcı onun hayatından o kadar etkilenir ki, bu sıra dışı hayatı kaleme almak ister. Olayın görgü tanıklarından başlayarak, günlüklerde adı geçen Osman’ı tanıyan, ulaşabildiği her bir insanla röportaj yapar.
Roman bir yandan bu röportajlarla, bir yandan da Osman’ın tuttuğu günlükler eşliğinde ilerlemektedir. Osman’ın tuttuğu günlükler 10 Şubat 1990 tarihinde başlamaktadır. Günümüzde geçen röportajlar ve bu defterler neticesinde, okuyucu iki zamanlı bir kurgu okumaktadır. Fakat roman öyle ustalıkla kurgulanmış ki, iki farklı zaman tek bir anmış gibi akmakta, birbirine yaslanan bu iki zaman hikâyeyi neredeyse aynı anda açığa kavuşturmaktadır.
Osman, Nişantaşılı varlıklı bir ailenin iki çocuğundan biridir. Aileden zengin olan annesi Mahmure Hanım genç yaşta vefat etmiştir. Baba Necmi Koryürek, Teknik Üniversite’de jeoloji alanında profesördür. Osman’ın kardeşi Teoman ise sinsi ve maddiyatçı bir karakterdir. Osman annesinin ölümünden babasını sorumlu tutar. Mahmure Hanım sağlığında kocasından çok baskı görmüş hatta kimi zaman evden çıkmasına dahi izin verilmemiştir. Çocukluğunda babasından çok dayak yemiştir Osman. Her davranışı eleştirilmiş, beğenilmemiş, küçük görülmüştür. Kardeşi Teoman ise Osman'ın deyimiyle, sekiz yaşından beri kendisine hainlik yapmaktadır.
Osman babasının yönlendirmesiyle jeoloji mühendisliği okumuş fakat bu mesleği hiçbir zaman yapmamıştır. O müziğe gönül vermiş, besteler yapmıştır. Edebiyata ilgi duymuş, şiirler yazmıştır. Hatta daha sonra, yırtacağı bir roman da yazmıştır.
Osman’ın günlükleri, babasını karşısına alarak evden ayrılmasıyla başlamaktadır. 24 yaşında genç bir adamdır ve evden ayrılmak için babasının parasına ihtiyacı yoktur. Çünkü annesinden kalan yüklü bir mirasa sahiptir.
Birey Olamama Hali
Osman hem baba evinde hem de kendi evinde varlık içinde, çalışmaya hiç ihtiyaç duymadan yaşamış bir karakterdir. En basit yemeği bile yapamayan, evinde bir tabağı kaldırmayan, bunun için temizlikçi kadını bekleyen, lükse ve şatafata alışmış biridir Osman. O bu haliyle bir türlü birey olamamış bir mirasyedidir.
Evini en pahalı antikalarla donatacak, oldukça şık ve göz alıcı bir biçimde giyinecek kadar da zevk sahibidir. Osman yakışıklılığı ve zenginliği ile birçok kadının da gözdesidir. Girdiği her mecliste gözler ister istemez ona kaymaktadır.
Osman bu şekilde yarınsız ve kaygısız bir biçimde yaşamaya devam ederken, Gün ve Kubilay ile tanışır. Gün kanseri yenmiş hayat dolu bir kadındır. Kubilay’la olan aşklarından çok etkilenir Osman. Kısa sürede onlarla yakınlaşır ve sıkı dost olurlar. Bu sırada hayatını tümden değiştirecek ve körkütük âşık olacağı kadın Şebnem ile de tanışır.
Romanın çekirdeğini ve gizemini oluşturan, Osman’ın hem maddi hem de manevi çöküşünü anlatan, aynı zamanda birçok skandala ve toplumsal çürümeye sahne olan romanın sonraki bölümlerini okuyucuya bırakalım.
Ayfer Tunç okurları, Osman romanında yer alan karakterleri, Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi romanlarından anımsayacaktır. Bu romanlar ile Osman romanındaki kimi karakterler ortak olmasına rağmen anlatıcılar farklıdır. Yeşil Peri Gecesi romanında Şebnem’i dinleyen okuyucu, suçlanan Osman’a bu romanda kulak verebilmektedir. Ayfer Tunç’u daha önce tecrübe etmiş okur, onun bir ilintilendirme ustası olduğunu fark etmiştir. Romanlarındaki çok sesli, bol karakterli ve bol hikâyeli yapı muhakkak bir kökte toplanıyor ve esas kurguya mutlaka eklemleniyor. Osman romanında, ana karakterin tuttuğu altı defter, defterlerin arasından çıkan mail çıktıları ve röportaj yapılan yirmi farklı karakter, romana çok sesli bir yapı kazandırıyor ve okuyucunun gerçekliğe tek bir cepheden bakmamasını sağlıyor. Belki de Tunç bu yöntemle okurun karakter ile özdeşlik kurmasının da önüne geçiyordur.
Osman, kaybeden bir karakter olarak bir kuşağın temsilcisidir. Türkiye’nin seksen sonrası değişen sosyal ve ekonomik yapısına uyum sağlayamamış bir bireydir. Aslında roman içerisindeki har vurup harman savuran yapısı ile tüketim ekonomisine eklemlenmiş gibi görünse de, o yeni zenginlere alışamayan bir karakterdir. Kardeşi fakat antitezi gibi görünen Teoman ise bulunduğu kabın şeklini alan yapısıyla tam bir çağ insanıdır. Öyle ki, Teoman nişanlısını dahi altın varaklar içerisindeki bir aileden seçmiştir.
Kısa Bir Karşılaştırma
Osman romanını okuduktan sonra Melih Cevdet Anday’ın Aylaklar ve Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanlarını anımsadım. Her iki eser de, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlamakta ve yetmişlere kadar sürmektedir. Aylaklar romanında Cumhuriyet ile beraber ortaya çıkan, kökü saraya dayanan ve çalışma hayatına mesafeli duran bir sınıftan bahsedilmekte. Bu sınıfa mensup kişiler tüm varlıklarını anbean yitirseler de, kendilerini soylu gördüklerinden dolayı, hiçbir surette çalışmayı düşünmezler. Osman romanındaki ana karakter de yapısı itibariyle bu aylaklara oldukça benzemektedir. Evdeki eşyaları satmaya başlasa da çalışmayı son ana kadar hiç düşünmeyecektir. Aylaklar ile Osman romanının en büyük ortaklığı ise iki eser de köklü bir toplumsal değişim neticesinde, buna ayak uyduramayan bireyleri ele almakta. Cevdet Bey ve Oğulları da toplumsal değişim itibariyle bu eserlerle ortaklaşmaktadır. Cevdet Bey, Cumhuriyet ile birlikte zenginleşmiş, bir paşa kızı evlenerek saygınlığını arttırmış, Nişantaşı’nda görkemli bir konakta yaşamaya başlamış azimli bir adamdır. Fakat romanın ilerleyen bölümlerinde çocukları ve torunları yavaş yavaş bu konak yaşamını terk edecek, toplumsal değişimlerden oldukça etkileneceklerdir. Bu üç romanın, toplumsal değişim bağlamında karşılaştırmalı olarak ele alınması oldukça renkli bir çalışma olabilir.
Toplumsal Çürüme
Osman romanı yalnızca tutunamamış bir bireyi ele almıyor. Bir çöküş hikâyesini okurken, toplumsal çürüme ve kurumların yozlaşmasına da şahitlik ediyor okuyucu. Adı skandallara karışan emniyet müdürlerinden, intihar süsü verilmiş cinayetlere kadar esasen bu çağın ruhunu taşıyor roman. Anlatı yer yer okuyucuda boğulma hissi de uyandırmıyor değil. Fakat sanat eserlerinin bu hissi uyandırmasının, farkındalık yaratan bir uyaran olarak ele alınmasını faydalı görüyorum. Okuyucu bir türlü sesini duyamadığı Şebnem karakterinin başına gelenlerden şüphesiz rahatsızlık duyacaktır. Ya da polis kayıtlarında intihar olarak geçen, ‘camdan atlayan’ karaktere üzülecektir. Fakat aynı okuyucu hiç kuşku yok ki Nadira’ya, Aleyna Çakır’a, İpek Er’e, Gülistan Doku’ya, Onur Yaser Can’a ne olduğunu da sormayı bırakmayacaktır.
Osman romanı zaman geçişleriyle, yirmi farklı karakterin gözü ile katmanlı bir yapı sunuyor okuyucuya. Röportajlar bölümlerinde ele alınan birbirinden farklı konular; belgesel, sinema, antikacılık, yayıncılık, motorlar, fotoğraf sanatı, şiir, resim, müzik gibi alanlar hikâyeyi güçlendirirken, yazarın işçiliğe verdiği önemi de gösteriyor. Gerçeklik olgusunun bozuma uğradığı ve artık pek de önemsenmediği çağımızda, Osman romanı, hakikate ulaşmak için, okuyucuya herkesi dinlemeyi öneriyor.
Başlık Spotu: Osman, varlıklı bir ailede yetişmiş, çocukluğundan itibaren piyano eğitimi almış, kolejlerde okumuş, sanatın farklı dallarına meyletmiş bir 90’lar gencinin düşüş hikâyesi. O, birçok şey olmak isterken heba olmuş, değişen ve dönüşen kültüre ayak uyduramamış belki de uydurmak için çaba harcamamış bir karakter. Osman en iyi ifadeyle; ‘Hayalleri olan fakat çabası olmayan’ bir kaybeden olarak karşımızda.
Spot: “Tarih dediğimiz şey sürekli bir geçmişi düzeltme çabası aslında.”