Tayfun Atay
Erkeklik ve kadınlığın ötesine bir uçuş ve ötüş: Bursa Bülbülü
Ata Demirer’i halihazırda bu memleketin önde gelen erkek komedi sanatçıları arasında farklılaştıran, hatta eşsizleştiren en önemli niteliğin, onun gerek yazarlık gerek oyunculuk performansında mevcut “androjen doku” olduğu ileri sürülebilir. Ata, dev gibi ve gayet heybetli eril cüssesi içerisinden hepimizi adeta ters köşe yapan bir maharetle, hali-tavrı-mizacıyla, edası-hissiyatı-hassasiyetleriyle “androjen”, yani hem erkekliği hem kadınlığı bir potada eritmiş karakterlere can vermiştir, vermektedir.
Bu şekilde toplumsal-kültürel anlamda insanlığımızın “eril” (maskülen) ya da “dişil” (feminen) diye kategorize edilmiş ve biyolojik cinsiyetimiz uyarınca bize yasaklanmış yanını içimizdeki karanlık dehlizlere nasıl hapsettiğimizi de bizi incitmeden, güldüre-eğlendire yüzümüze vurduğu söylenebilir onun…
Disney+’da yeni gösterime giren Bursa Bülbülü de Ata Demirer filmografisinde elbette aynı doğrultuda en son örnek.
Üstelik bu defa İstanbul Sözleşmesi’nin hoyratça yürürlükten kaldırıldığı, LGBTİ haklarının linçlere kapı açacak derecede hakir görülüp hiçe sayıldığı “maşist-dinbaz” bir politik iklimde, ümitsizliğin içimize işlediği bir politik konjonktürde yapıyor o ne yapıyorsa…
Cinsiyet ve cinsellik kimlikleri bağlamında bu coğrafyanın hepimizce malûm çeşitliliğine kendi çocukluk-gençlik dönemi anıları ve tanıdıklarından damıtarak kurguladığı karakterlerle dikkat çekerek…
Ayrıca Bülent Ersoy gibi bir gerçek-tarihsel şahsiyeti de yine kendi zihin ve gönül dünyasında bıraktığı izler üzerinden kurgusal betimlemeye uğratarak…
“Kadınlık”la “erkeklik”le insanlıktan eksildik!
Erkeklik kimliğine özelleşmiş olarak hanidir sürdürdüğümüz toplumsal cinsiyet temelli okumalar-yazmalar sonucunda vardığımız nokta öz olarak belli: İnsanlığımızdan eksilerek erkek ya da kadın oluruz.
Hepimizin içinde ya bastırılmış bir “kadınlık” ya da bastırılmış bir “erkeklik” derinlerde bir yerde sızım sızım sızlayarak yatar.
Sertlik, şiddet, huşunet, öfke, öne çıkma/ön alma, cesaret, özgüven erkekten; yumuşaklık, şefkat, duygu, merhamet, nezaket, incelik, romantizm, alttan alma/geri durma ise kadından toplumun beklediği “haslet”lerdir. Kültür böylece insanı “kadın” ve “erkek” olarak kırılmaya uğratır.
Elbette bu aynı zamanda eşitsiz bir kırılmadır. Erkeği ve tüm hasletleriyle erkekliği baş tacı ederken, kadını ve yine tüm hasletleriyle kadınlığı geri planda tutan, yer yer ayaklar altına alan kaba-saba bir ataerkil işleyiş söz konusudur burada.
Ama en çok göz ardı edilen nokta, kültürel-toplumsal olarak baş tacı edilen o “erkeklik” halinin bir insan-birey olarak erkeği de ezmesidir.[1]
Bu, toplumsal-kültürel olmaktan öte politik, daha doğrusu ekonomi-politik bir meseledir ve bununla mücadele edilmesi, bir yaşamsal yanlışlık olarak altının çizilmesi ve üzerine gidilmesi gerekir.
Ata Demirer, yazdığı kalemle de canlandırdığı karakterlerle de kendi halince, karınca kararınca böylesi bir yanlışlığın üzerine gitme çabasında bir isim olarak değerlendirilebilir. Öyle ki Bursa Bülbülü’nde sıra sıra önünüzde dizilen kadınlara da erkeklere de bakın: Onların “kadınlık” ve “erkeklik” adına kalıplaşmış/empoze roller, tutumlar ve pozisyonlara dayalı yanlışlıklara nasıl insanı kahkahalara boğan itirazlarla şekillendirildiklerini fark edeceksiniz.
Piyanist-şantörler çağı
Yaşar Kemal, abide roman üçlemesi “Dağın Öte Yüzü” (Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu) için yazdığı önsözde der ki “Bu üçlü, benim yaşantım ve tanıklığımdır”. Aynı şekilde besbelli ki Bursa Bülbülü de Ata Demirer’in yaşantısı ve tanıklığı…
Ata, 1980’leri Bursa’da çocukluktan ergenliğe ve gençliğe geçiş dönemi olarak yaşamış. Film de o yıllara uzanıp hem dönemin Bursa’sından (“Deli Ayten” gibi) kanlı-canlı karakterleri resmederken, hem de belli ki Ata için dönemin en karakteristik kültürel kesitini oluşturduğu anlaşılan “taverna-müzik” evrenine bizi götürüyor. Piyanist-şantörlerin altın çağıdır bu dönem (Ata’nın da aynı deneyimin içinde olup bir süre piyanist-şantör olarak çalıştığını biliyoruz). Bu süreçte en çok öne çıkan isimler, her ne kadar filmde Cengiz Kurtoğlu’na vurguda bulunulsa da kanımca (ve elbette bu da benim mazimden olarak!) Ferdi Özbeğen ve Ümit Besen’dir.
Bir alacakaranlığın melankolisi: Taverna-Arabesk
Aslında Ferdi Özbeğen’e göndermeyle söz konusu dönemin duyarlılığı dolaylıca bir motif olarak Berkun Oya yaratısı Bir Başkadır’da da (Netflix-2020) karşımızdaydı. O zaman da yazmıştık.[2] Özbeğen’in de Besen’in de önde gelen temsilcileri olduğu 1980’lerle özdeş bu piyanist-şantörler (“taverna-arabesk”) çığırı, 12 Eylül askeri darbesi (1980) sonrası yıkımlarla, ölümlerle, acılarla ve hayallerin-ütopyaların tükenişiyle bağlantılı alacakaranlık bir toplumsal iklimde, o alacakaranlığı “melankoli”ye vurarak ülkenin kâbus politik atmosferinden bir kaçış arayışına karşılık gelir. Bir tür ağrı-kesici ya da anti-depresan da denilebilir.
Zaten toplumsal bir toparlanmanın, nispeten de siyasal normalleşmenin ardından, 1990’lardan itibaren piyanist-şantörler adeta misyonlarını tamamlamışçasına ortalıktan çekilecektir.
“Nikahına Beni Çağır Sevgilim!”
Ferdi Özbeğen bu “janr”ın elbette göreli olarak daha elit-burjuva, yani şehirli üst ve orta sınıflara hitap eden bir temsilcisiyken Ümit Besen biraz daha (avam demeyeceksek eğer) “madun”, yani alt sosyo-ekonomik tabakalara, yoksul mahallelere hitap eden temsilcisidir. Bursa Bülbülü’nü izlerken bende öne çıkan da Ümit Besen çağrışımı oldu.
Dahası filmin dokunaklı/hüzünlü aşk hikâyesini, “Beyaz Zambaklar” başta olmak üzere birbirinden güzel özgün şarkılar yağmuru altında yudum yudum izlerken bir yandan da Ümit Besen’i “Ümit Besen” yapan o unutulmaz “Nikah Masası”nı içten içe mırıldanmadan edemedim!..
Elbette dün bir bugün iki ve o yüzden yazıyı “spoiler” yığılımına uğratmak istemiyorum. Ama orta yaşa merdiven dayamış piyanist-şantör Cengiz’in (Ata Demirer) çiçeği burnunda Roman kızı; bir neşe ve tutku kumkuması Arzu ile (Özge Özacar) ile imkânsız aşkının hiç beklenmedik bir anda noktalandığı sahneye dönmekten kendimi alıkoyamayacağım! Hani, gözünün önünde Arzu’ya uzatılan yüzükle evlenme teklif edilip, bir müddet ikircikli kalan kadının sonra hüzünle onun gözlerinin içine baka baka evet demesiyle Cengiz’in yaşadığı şok ânına… Ardından da bir “alkış krizi”ne girmesine ki herhalde hissedilen acı görsel olarak bundan daha keskin bir çarpıcılıkla anlatılamaz, gösterilemez, resmedilemezdi.
İşte tam da o noktada “Nikah Masası’nın şu sözlerini terennüm etmemek mümkün mü:
“Nikahına beni çağır, sevgilim
İstersen şahidin olurum senin
‘Bu adam kim?’ diye soran olursa
‘Eski bir tanıdık’ dersin sevgilim…”
Bir özür, bir de ötüş ve perde!..
Ama hayır, film her ne kadar “Seksenler”in o yukarıda çizilen çerçevesiyle uyarlı bir nostaljik-melankolik duyumsamayı kışkırtsa da Ata, komedisini bizi gerçekçi bir uyanışa uğratarak sonlandıracaktır. Dolayısıyla bir yıl sonra, evlenmiş, yükselmiş ve şöhretlenmiş olarak kendisiyle buluşup, acıyla nedamet getirerek özür dileyen Arzu karşısında Cengiz’i müthiş ve kanımca yine “androjen” bir olgunlukla şöyle konuşturur o:
“Arzu’cum özür dileme… Ben özür dilerim!.. Olmazdı, biliyorum, ama… Bir çizgi var… Onu aşmamak lâzımdı…, ben onu aştım Arzu’cum… Özür dileme o yüzden…”
Küçük küçük dokunuşlarla yol alan son derece duru, kendi halinde, samimi, komediyi melodramla buluştururken gerçeklerden de kopmayan, kültürel-antropolojik ilgiye de değer bir film Hakan Algül yönetmenliğinde şekillenen Ata Demirer yaratısı Bursa Bülbülü…
Filmde bütün kıyametin kopmasına, ötmesi gerektiği yerde bir türlü ötmeyerek mendeburca sebep olan bülbül ötümlü kanarya “Zeki Paşa”, en sonunda nihayet öttüğünde her şey olup bitmiş, iş işten geçmiştir. Ama Bursa Bülbülü’nden baki kalan kubbede, herhalde bu ötüşten çok, kadınlıkla erkekliğin ötesine doğru bir “tam insan”lık haline intikal yolunda baştan sona devam eden “ötüş” olacaktır.
[1] Daha detaylı bir değerlendirme şu kitabımda: T. Atay, Çin İşi Japon İşi: Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler, İletişim Yayınları, 2021 (3. Baskı).
[2] T. Atay, “Bir Başkadır benim memleketim!”, Pencere Pazar, 15 Kasım 2020, gazetepencere.com.