Tuğçe Küçük
DAİMA YOLDA OLANLARIN ÖYKÜSÜ: NOMADLAND
Gösterime başladığından bu yana büyük bir beğeni ile karşılanan, ödül yağmuruna tutulan Nomadland, yolda olanların, evini yanında taşıyanların, dünya düzenine karşılık kendi düzenini kurankurmak zorunda kalanların öyküsünü anlatıyor.
Geçtiğimiz günlerde 93. Oscar Ödülleri sahiplerini buldu. Akademi Ödülleri'nde 6 dalda aday olan Nomadland En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleri olmak üzere toplam 3 Oscar kazandı. Nomadland, Altın Küre, Altın Aslan da olmak üzere daha birçok ödüle layık görüldü.
Jessica Bruder’ın 2017 yılında yayınlanan Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century (Yirmi Birinci Yüzyılda Amerika’da Hayatta Kalabilmek) isimli romanı beyaz perdeye Chloé Zhao’nun yönetmenliğinde uyarlanmış ve filmin başrolünde Frances McDormand yer alıyor. Mcdormand’a ek olarak David Strathairn’ı da gördüğümüz filmin, diğer karakterleri ise gerçek kişilerden oluşuyor.
Durmadan gidenlerin anlatısı
Nomadland, yolda olanların öyküsü… Amerika’da 2008 kriziyle yoksullaşan, mevsimlik ya da kısa süreli işlerde çalışarak yerleşik bir hayatın giderlerini karşılamayacak duruma gelmiş olan binlerce insanın karavanlarıyla ülkeyi bir uçtan bir uca gezerek farklı işlerde çalışarak hayatlarını sürdürdüğü bir gerçekliğin beyaz perdeye yansıması… Bu gerçekliğin sebebi olarak ekonomik sıkıntılar başı çekiyor gibi görünüyorsa da aslında filmi izledikçe modern göçebeliğin insanlara; özgürlüğü, paylaşmayı, teknolojik devrimler çağında doğa durumunda yaşamayı, kök salmayı reddetmeyi ya da köklerden kaçmanın fırsatını sunduğu da anlaşılıyor.
Filmin bizleri sorgulamaya sevk eden bir diğer detayı ‘ev’ kavramı. Ana karakter Fern (Frances McDormand) ‘Evsiz değilim, evim yok’ diyor bir sahnede. Yeri değişmeyen, uzun yıllar içinde yaşadığımız bir mekan olarak somutlaştırdığımız ‘ev’i bu tanım çerçevesinde algılarız bir çoğumuz. Oysa Fern, bunun tam zıttı şekilde bir toprağa bağlı olmayan, gittiği her yerde yanında taşıdığı karavanını evi olarak tanımlıyor ve ona kalacak yer ayarlamak isteyenleri de reddediyor. Çok sevdiği eşi Boo’yu kaybettikten sonra Empire’de öğretmenlik yaparak yaşamaya devam etmiş ancak şehirdeki fabrikanın kapanmasıyla bütün şehir halkının yaşamı alt üst olmuş… Fern de aslında ekonomik zorunluluk doğrultusunda derme çatma bir karavanla yollara düşmüş…
Zorunluluğun özgürleşmeye dönüşmesi
Ancak filmde Fern’ün yollarda oluşu zorunluluktan ziyade bir özgürleşme olarak okunmalı. O, yerleşik hayatı Boo ile yaşamış o şehre onunla kök salmış ve artık yoluna yalnız devam etmek zorundayken toprağa sabit bir mekana aidiyet hissetmeyi reddediyor. Aslında mecburiyeti kendi tercihlerine dönüştüren güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkıyor Fern. Bu sebeple kalacak bir yer ayarlama teklifinde bulunanları geri çevirerek evi ile birlikte dolaşarak yaşamayı tercih ediyor.
Nomadland, aynı zamanda evini mekanlarla sınırlamayan, geçmişiyle, o anıyla, kayıplarıyla katık edip kalbinde taşıyanlara…
Aslında bir bakıma ölümün geride bıraktığı boşlukla hayatta kalmaya devam etmeye çalışanların hikayesine de göz kırpıyor Zhao. Fern’ün karavan kamplarında dostluk kurduğu biri, kaybettiği oğlundan bahsediyor. Bu yolculuklarla süren yaşamın içinde merhabalar olduğunu ama elvedalar olmadığını söylüyor. Çünkü bu seyahat halindeki insanların yolları, yer değiştirdikçe onlar hareket ettikçe tekrar tekrar kesişiyor ve sonunda benim yolum oğlumla, senin yolun Boo’yla yeniden kesişecek diyor. Nomadland, farklı duygu durumlarını da içine alarak bir hayatta kalma mücadelesinde ‘ev’ kavramının bu hayatlar için değişen anlamını odağına alıyor.
Pozitif yaşam pratikleri
Diğer taraftan bu yolculuğun zorunluluğunu gözler önüne serer nitelikte film boyunca Fern’ün kısa süreli olarak çalıştığı işleri görüyoruz. Amazon’da etiketleme de yapıyor, tuvalet de temizliyor… Yani bu yolculuk hiç kimse için ‘geri kalan hayatımı seyahat ederek hareket halinde geçireyim’ duygularıyla başlamıyor. Ancak göçebe hayatın kahramanları için zorunluluktan doğan bir yaşam biçimi, dostlukları, paylaşımı, özgürleşmeyi de içine alıyor. Filmin bir yüzü güvensiz çalışma ortamlarını, zorlu ve konforsuz yaşam şartlarını daima aklımızda tutarken diğer taraftan da bunu dramatize etmeyen, dostane ve pozitif yaklaşımlarıyla öne çıkarılan kahramanlar bu yaşam biçiminin gerçek bir felaket olduğu fikrine kapılmamızı engelliyor.
Evini yanında taşıyanlara
Filmi izlerken bir belgesel izliyormuş fikrine kapılmamak elde değil. Nomadland, özgür ruhlu bir karakterin ekonomik zorunluluklar doğrultusunda çıktığı yolculukta, durduğu her yeni durakta yeni yaşam hikayeleriyle karşılaştığı, bir başlangıç ve bitişten ziyade döngüselliğe işaret eden bir anlatıma sahip.
Filmde yer alan ve gerçekte bu göçebe yaşamın parçası olan karakterler kadar ‘gerçek’liğini hissettiğimiz Fern’ün mimiklerinden, halinden tavrından içinde bulunduğu duygu durumunu rahatlıkla okuyabiliyoruz. Neredeyse hiç yapay ışığın kullanılmadığı, genellikle gün doğumu ve gün batımlarında, gün ışığından yararlanarak çekimlerin gerçekleştirildiği film; ışıklarıyla, oyunculuklarıyla, kameranın zaman zaman Fern’e yaklaşıp uzaklaştığı sahnelerde anın duygusunun aktarılmasıyla muazzam bir gerçeklik duygusunu seyirciye geçirmeyi başarıyor. Bu da filmi sosyal gerçekliğe daha da yakınlaştırıyor.
Nomadland, yarınları ön görülen, içinde düzeni barındıran yerleşik yaşamları geride bırakıp belirsizlikle ve anlık pratiklerle yaşamlarına devam etmek durumunda olanlar için…
Ayrıca evini, anılarını, geçmişini, şu anını ve geleceğini daima yanında taşıyanlara…