Sinan Tepe
Çocukluğun Dönüşümü ve Çocuğa Dönüşen Halk
Sistematik biçimde azar yediğimiz şu çocuk-toplum günlerimizde sormamız gereken soru belki de şudur: Ekmeğini taştan çıkaran mücadeleci çocuktan, ekmek yesin diye eline tablet tutuşturulan edilgen çocuğa nasıl geldik? Ortaya konulan sorunsal biraz dağınık görünebilir fakat 1960-70’lerden günümüze çocuk karakterlerin ve çocukluk halinin dönüşümüne değindiğimiz takdirde, problemimiz açık-seçikleşecektir
Toplum olarak hâlâ ortaklaşabildiğimiz birkaç konu varsa, bunlardan bir tanesi ‘azarlanmak’ sanırım. Günün her saatinde ya bir validen ya bakandan, siyasi parti temsilcisinden, kolluk gücünden, doktordan, bölüm şefinden, babadan, abiden ezcümle zihnimize yerleşip saltanat tahtına kurulmuş o hayali başkan babamızdan düzenli olarak azar yiyoruz. En ufak serzenişimiz ağzımıza tıkıştırılıyor, asimetrik güç dağılımının da etkisiyle yediğimiz fırçayla kalakalıyoruz. Bakan sorusunu beğenmediği gazeteciyi azarlıyor, vali şahsına şahsını önemli hissettirmeyen dönerciyi, iktidarın küçük ortağı askıda ekmek kampanyasını eleştirenleri dur duraksız azarlıyor. Üstelik bu paylamalar çoğu kere tatlı-sert biçimde değil, son derece yıkıcı ve hakaretamiz sözlerle cereyan ediyor.
Toplumun çoğunluğunun ne düşündüğünü bilemiyorum fakat siyasi gücü elinde bulunduranların, toplumu kendi başına kararlar alabilen, bir iradesi olan, özgün birer karakteri olan bir yapı olarak görmedikleri açık. Hatta ve hatta bu haliyle koca bir toplumu, bazen azarladığı bazen yalanlar söylediği bir çocuk olarak gördüklerini söyleyebilirim. Nihayetinde çocukluk dediğimiz şey kurgulanmakta olan bir ön-yetişkinlik dönemidir.
Yetişkin ütopyası olarak çocuk karakterler
Toplumsal yapı ve siyasi iktidar, tarihin her döneminde çocukluğa belli misyonlar atfetmişlerdir. Çocuk bazen toplumun değişimine ön ayak olabilecek minyatür yetişkin olarak tasvir edilirken, bazen de siyasi iktidarın devamını sağlayacak, bayrağı devralacak veliaht olarak görülmüştür.
Sineklerin Tanrısı romanında ‘çocuk’, içinde barındırdığı iyicil ve kötücül tüm düşüncelere rağmen hayatta kalmayı başarabilen, adilane veya değil bir toplumsal yapı kurabilen güç olarak tarif edilmiştir. Tuğcu romanlarında ve onun etkisiyle işlenen Yeşilçam dramlarındaki çocuk da, şartlar ne olursa olsun ayakta kalabilen, gazete satan, boyacılık yapan özetle eve ekmek götüren bir güç olarak ortaya konmuştur. Çocuk karakterler elbette bir yetişkinlik ütopyasıdır. Temelinde toplumsal bir dinamik vardır. Değişimi, patlamayı sağlayacak güç bu çocuğun dünyayı var edecek ellerindedir.
Sistematik biçimde azar yediğimiz şu çocuk-toplum günlerimizde sormamız gereken soru belki de şudur: Ekmeğini taştan çıkaran mücadeleci çocuktan, ekmek yesin diye eline tablet tutuşturulan edilgen çocuğa nasıl geldik? Ortaya konulan sorunsal biraz dağınık görünebilir fakat 60-70’lerden günümüze çocuk karakterlerin ve çocukluk halinin dönüşümüne değindiğimiz takdirde, problemimiz sarihleşecektir.
Çocukluğun Dönüşümü
Kemalettin Tuğcu romanlarında ve onun etkisindeki Yeşilçam filmlerindeki çocuk karakterlerin, genellikle babası-annesi ya cezaevine düşmüş ya da ölmüştür. Çocuk tüm zorluklar ve vahşi yaşam karşısında yalnız kalır. Gazoz satar, tamircilik yapar yine de evine ekmek götürür. Özellikle 1970’li yıllara denk gelen bu çocuk karakter, gerçek anlamda suça bulaşmaz. Evet, bahçelerden meyve aşırmak gibi küçük hırsızlıklar yapar, fakat bu eylemler hiçbir zaman okuyucuya, izleyiciye suç olarak görünmez.
Bu dönemin suçtan azade çocuk kahramanı, mücadele verir, sebat eder ve nihayetinde zafere ulaşır. Babasını cezaevinden kurtarır, annesinin ‘kötü yola’ düşmesine engel olur. Zayıf ve pasif ebeveynler karşısında, güçlü çocuk karakter olarak ailesini kurtarır. 1960’lar ve 70’lerin çocuğu acıya tahammül edebilen yüce bir çocuktur. O değişime olan umudunu koruyan koca bir halkın, çocuk bedeninde cisimleşmiş halidir.
‘Ağlayan Çocuk’
Gelelim 1980’lerin acıyla hemhal olmuş, ıstıraptan beslenen çocuk karakterlerine. Açıkçası bu yazıyı yazmayı uzun bir süre sonra düşünüyordum fakat Tayfun Atay’ın geçen hafta kaleme aldığı çocukluk yazısı bende itici bir güç yarattı. Tayfun Hoca’nın yazısında da değindiği ‘ağlayan çocuk’ karakteri, sanırım 80’lerin ağlamaklı çocuk karakterlerine büyük ilham vermiştir. Dahası bu 'ağlayan çocuğun’ topluma neden bu denli hızlı nüfuz ettiği ve neden bu kadar kısa bir süre içerisinde her evin duvarını, her minibüsün arka camını süslediği önemli bir sorudur.
Murat Belge posterin popüler olduğu yıllarda yazdığı yazıda bu durumu; “Türk toplumunun çocuklara karşı suçlu bir toplum olduğunu ve bu sebeple ‘ağlayan çocuğu’ sahiplendiğini” yazar (aktaran Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk). Nurdan Gürbilek ise aynı kitabında “toplumun kendini suçlu bir yetişkinden çok, acılı bir çocuk olarak gördüğünden posteri benimsediğini” ifade etmektedir.
İlerleyen yıllarda ortaya çıkacak olan Küçük Emrah, Küçük Ceylan gibi karakterleri göz önüne alınca ve muadillerinin her geçen gün artışını da gözlemleyince Gürbilek’in haklı olduğunu söyleyebiliriz. Toplum artık gerçekten kendini acılı bir çocuk olarak görmektedir çünkü adaleti sağlayacak baba figürü gitmiş, yerine 12 Eylül 1980 Darbesi’nin askeri rejiminin adaletsiz ve umutsuzluk yayan yapısı gelmiştir.
Umudun Yitirilişi
Bu yıllardaki filmlere bakınca çocuk karakterlerin hiçbirinin muvaffakiyete varmadığını görüyoruz. Küçük Emrah’ın, Küçük Ceylan’ın başına gelenler de tıpkı Ayşecik’in, Yumurcak’ın, Sezercik’in başına gelenler gibidir, fakat bir şey eksiktir. Artık umut yoktur. 1980’lerin çocuk karakterlerinde acı süreklidir, hiç bitmez. Esasen bu filmler topluma umutsuzluk vermesi bakımından ideolojik birer aygıttırlar. Yine de ne olursa olsun büyük bir itirafı da sunmaktadırlar. 80’lerin filmleri ve çocuk karakterleri ne yaparlarsa yapsınlar bu hayatta başarılı olamıyorlar ve kötülük karşısında bir türlü galip gelemiyorlar. Darbenin toplum üzerinde yarattığı etkinin dışavurumu, bir nevi “bu dünyada adalet yok” demektedir.
80’lerde değişen önemli bir husus da çocukların fiziksel görünümleridir. 1970’lerin sarışın, renkli gözlü, acıya hiç yakışmayan çocukları yerini esmer, kavruk kısmen çirkin çocuklara bırakmıştır. Bu çocuklar feleğin çemberinden geçmiş, değilse bile geçtiği takdirde sırıtmayacak çocuklardır. Bunda elbette artan iç göçün etkisi büyüktür.
Özetle 1970’ler ve 80’ler arasındaki en büyük fark değişime olan inancın yitirilmesidir. 70’lerin sol rüzgârına kapılan toplum, tüm hayallerini, adalet ve eşitlik özlemini çocuk karakterler vasıtasıyla söylemiştir. 80’lere gelince ise ümidini yitirmiş, gelecekten umudunu kesmiş bir halk görmekteyiz.
Çocukluk ve Suç
1990’lara geldiğimizde ise bu iki dönemden farklı bir çocukluk algısı hâkimdir. Çok sayıda çocuk karaktere şahit olmadığımız bu yıllarda, ekseriyetle çocukluk ve suç arasındaki ilişkiye vurgu yapılmaktadır. ‘Tinerci çocuklar’ denen mefhum da bu yılların ürünüdür. O dönemleri anımsayanlar, bu çocukların işlediği cinayetleri, taciz ve tecavüz haberlerini gözlerinin önüne getirecektir. 90’lar, hesapsızca artan göçün, plansız kentleşmenin, yükselen işsizliğin, durmak bilmeyen enflasyonun, tırmanan şiddetin olduğu yıllardır. Devlet erki tabii ki bu etmenlere odaklanmak yerine, fakirleşen hanelerin sokaklara düşen çocuklarına refleks gösterecekti.
Yine de Küçük İbo ve Harika Çocuk Onur diye iki çocuk karakter çıkmıştı piyasaya, bu yılların ürünü olarak. Her iki karakter de tam manasıyla 80’lerin ruhunu taşıyordu. Belki de bu yüzden toplumsal bir dayanak bulamadılar ve uzun ömürlü olamadılar.
‘Yetiçkin-Çocuk’tan ‘Çocuk-Bürokrat’a…
2000’ler sonrası ve günümüze kadar uzanan kısımda ise kült haline gelmiş bir çocuk karakterin varlığından söz edemeyiz. Bu dönemde Türk Edebiyatının çocuk ve çocukluk halini yeniden keşfettiğine şahit olmamıza rağmen, popüler kültürde artık temsiliyeti yoktur çocukluğun. Yetişkinlerin kurgusu olarak çocuk, belki de bu dönemde iktidarın kurgusu olarak halka dönüşmüştür. Değişime olan inancın yüklendiği çocuk figürü çoktan ölmüş ve yerine iktidarın her daim azarladığı ve yalanlar söyleyerek oyaladığı çocuk-topluma evirilmiştir. Tek başına kararlar alabilen, yeri geldiğinde göç eden, ailesine bakma sorumluluğu hisseden “yetişkin-çocuk”tan, en ufak kararı dahi kendisi alamayan “çocuk-bürokrat”a gelmiş bulunuyoruz.