Süreyya Su
Cézanne Bir Sinirbilimciydi
Görmenin gerçekleşmesi için gözden beyne doğru bir işleme sürecinin tamamlanması gerekir. Işık parçacıkları gözden beyne gönderildikten sonra bir araya getirilip bir nesne haline gelmelidir. Cézanne görmenin nasıl olduğunu tuvallerinde göstererek sanat ve bilim arasında bir köprü kurmuştur.
Post-empresyonizm terimini icat eden kişi İngiliz sanat eleştirmeni ve ressam Roger Fry’dır. Fry, Kasım 1910’dan Ocak 1911’e kadar Londra’da “Manet ve Post-Empresyonistler” adlı bir sergi düzenlemişti. Sergide Gauguin, Van Gogh, Cézanne, Manet, Matisse, Picasso ve Signac’ın da aralarında olduğu birçok ressamın yapıtları yer alıyordu. Bu ressamlar aslında bütünlüklü bir avangard hareketi temsil etmiyorlardı. Ortak yönleri empresyonistlerden sonra gelen bir kuşaktan olmalarıydı ve bu ressamlar sanatlarına başka adlar veriyordu: Emile Bernard ve Paul Gauguin sentetizmi, Paul Signac ve Georges Seurat neo-empresyonizmi, Jean Moréas ve Gustave Moreau sembolizmi, Maurice Denis ve Paul Sérusier Nabi’leri (İbranice peygamberler), Henri Matisse ve André Derain fovizmi temsil ediyordu. Fry, tıpkı Fransız tekil düşüncesine Amerikalıların postmodern teori demeleri gibi, empresyonizme tepki olarak ortaya çıktıklarını varsaydığı bütün avangard hareketleri kapsayacak genel bir terim icat etti. Daha sonra sanat eleştirmenleri 1880 ve 1905 arasındaki dönemde ortaya çıkan bu farklı üslupları ve Paul Cézanne, Vincent van Gogh ve Henri de Toulouse-Laucret gibi kolay kategorize edilemeyen ressamları nitelemek için bu terimi kullandılar. Zamanla post-empresyonizmin özellikleri sadece bu üç ressamın yapıtlarında gösterilir oldu. Diğerlerinin üslupları kendi koydukları adlarla tanımlandılar.
Post-empresyonist üçlünün en yaşlısı olan Cézanne, empresyonist ressam Pissaro’yla birlikte çalışmış ve empresyonist sergilere katılmıştı. Ama Cézanne’ın ilgisi empresyonist ressamlardan farklıydı. Cézanne, empresyonistlerin bile hâlâ vazgeçemediği görünüşe sahte sadakati bırakıp temsilden tamamen kopmak istiyordu. O, bir takım tekniklerle elde edilen temsilin değil, gerçekliğin peşindeydi; ama dış dünyadaki gerçekliğin değil, resimdeki gerçekliğin…
Rönesans estetiğinin bilimsel temelleri vardır. O dönem duyularımız dış dünyanın kusursuz yansımaları olarak görülüyordu. Göz bir fotoğraf makinesine benzetiliyordu. Nitekim Rönesans’tan itibaren sanatçılar gerçekliğin üç boyutunu yoğunlaştırarak iki boyut haline getirmek amacıyla camera obscura’dan yararlandılar. Gözün de bu şekilde dışardaki ışık piksellerini toplayıp pasif bir şekilde beyne gönderdiği ve görmenin böyle gerçekleştiği sanılıyordu.
Cézanne’ın keşfi
Cézanne görme konusundaki bu anlayışı tersine çevirdi. Onun resimleri görmenin nesnel bir yansıma değil, öznel bir algılama olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Bu bakımdan post-empresyonizm terimini Cézanne icat etmese de tanımlayan odur. Hem Monet ve Renoir hem de Degas görmenin gözün aldığı ışıktan oluştuğuna inanıyorlardı. Fakat Cézanne ışığın yalnızca görmenin başlangıcı olduğunu keşfetmişti. “Tek başına göz yeterli değildir, aynı zamanda düşünmek de gerekir” diyordu.* Cézanne duyularımızın ancak yorumla bir algıya dönüştüğünü fark edince bir aydınlanma yaşadı. Bu bağlamda görmek, aslında bakarken gördüklerimiz zihinde yorumlanıyorsa gerçekleşmektedir; yoksa baktığımızda neredeyse görmeyiz bile.
Cézanne’ın meraklı bir sanatçı dikkatiyle araştırarak edindiği ama kanıtlayamadığı görmeye dair izlenimi bugün bilim tarafından kanıtlanmıştır. Görme fotonların göz tarafından yakalanmasıyla başlar ve beynin bu ışık parçacıklarını şaşırtıcı bir hayal gücüyle bizim için tanıdık gelecek şekilde biçimlendirerek bir uzama yerleştirmesiyle gerçekleşir. Aynı kahve falında olduğu gibi: Bir kahve içtikten sonra fincanı ters çevirip kalan kahve telvesinin tabağa akmasını bekleriz. Telvenin akmasıyla kahve tozları tıpkı doğadaki fotonlar gibi fincan uzamında dağılırlar ve kompozisyonlar oluştururlar. Falcı kahve tozlarının oluşturduğu yeni kompozisyonları hayal gücüyle bizim için tanıdık şekillere büründürerek yorum yapar, yani o şekilleri bir uzama yerleştirir ve böylece bizim için inanılır bir gerçeklik, bir dünya yaratır. Dolayısıyla gerçeklik dış dünyada ya da doğada biz onu nasılsa öyle görebilelim diye yerinde sabit beklemiyor; duyu organlarımız ve beynimiz arasındaki işbölümüne göre çalışan bir üretim bandında ve zihin tarafından tasarlanarak sürekli yeniden üretiliyor.
Cézanne’ın resimleri dış dünyanın gerçekliğini değil, görmenin nasıl gerçekleştiğini temsil eder. Resimleri anlaşılmaz ölçüde soyut olduğu gerekçesiyle eleştirilmiş olsa da, aslında Cézanne gayet somut şekilde, şeyleri beyin tarafından ilk göründüğü biçimde tuvaline yansıtır. Onun resimlerinde ışığın henüz bir biçim haline geleceği renk kompozisyonları bulunmaz. Cézanne tablolarında görmenin başlangıcını ve sonunu göstermeye çalışır. Soyut bir renk kümesi olarak ortaya çıkan şey, somut bir biçim alacak renk kompozisyonuna dönüşür. Stereogramlarda olduğu gibi, tabloyu oluşturan boya ya da renkler değil, zihnimizin hayal gücüdür.
Cézanne, tıpkı bir stereogramdaki görüntüyü görmeye çalışır gibi, çizdiği bir nesneye saatlerce uzun uzun bakardı. Ama bir stereograma bakan kişinin dağınık renk ve şekilleri bir araya getirip bir görüntü ortaya çıkartmasının tersine, Cézanne tuvalindeki bir nesneye gözünde parçalanıp dağılıncaya kadar, şekiller karmakarışık olana kadar bakardı. Cézanne görüntüyü parçalayarak görme sürecinin başına dönmeye, algıdan önceki duyum eşiğine, hatta ondan önceki izlenime geri gitmeye çalışıyordu.
Algının fenomenolojisi
Cézanne’ın yapıtına estetik değil ama fenomenolojik bir gözle bakıldığı takdirde onun resimlerinin izlenim, duyum, algı gibi bilinç olaylarının nasıl gerçekleştiğine dair olduğu anlaşılır. Nitekim Cézanne’ın resimleri, görmek hakkında, görmenin ne olduğu hakkında düşünen bir filozofun, Merleau-Ponty’nin ilgisini çekmiştir. O kadar ki Merleau-Ponty, Cézanne’ın resimlerinde felsefesinin yansımasını görmüştür. Cézanne’ın resimleri Algının Fenomenolojisi’nin sanata tercümesi gibidir. Merleau-Ponty tüm kültürel koşullanmalardan önceki kaba varlığa işaret etmektedir. Cézanne’ın resimlerinde göstermeye çalıştığı şey de, dünyanın akıl tarafından şekillenmeden önceki halidir.** Cézanne’ın amacı klasik estetiğe göre güzel resimler yapmaktan çok, şeylerin zihinde düzeltilmemiş o ham ve bozuk hallerini yakalamaktı. Cézanne da Merleau-Ponty gibi ilksel, yani düzenlenmemiş ve işlenmemiş dünyayı tasvir etmek istiyordu.
Cézanne, gördüğümüz nesnelerin duyularımıza bilinçsizce telkin edilen zihinsel icatlar olduğunu keşfetmişti. Cézanne’ın amacı aslında doğayı kopyalamaktı; bunu itiraf eder, ama çok uğraşmasına rağmen bunu beceremediğini de itiraf eder. Cézanne ne kadar gayret ettiyse de, beyninin sinsice etki eden yorumlarından kaçamıyordu. Bu nedenle gördüklerini yalnızca yorumluyordu, kopyalamaya çalışmıyordu. Resimlerinde görme sürecini ve zihnin gerçekliği nasıl yarattığını göstermek istiyordu. Cézanne, resimlerinde nasıl gördüğümüzü bize gösterir.
Demek ki görmek sadece gözle olan bir duyum değildir; beyin de işin içindedir. Aslında görmek tahayyül etmektir.*** Göze gelen ışık parçacıkları beyin tarafından anlamlı bir bütüne dönüştürülür. Başka bir deyişle görsel algı gözün gördüğünden ibaret değildir; zihnin tasarımının bir ürünüdür. Gözümüzdeki bir kamaşmanın hayal gücümüzü kışkırtması ya da bazı siluetleri bir şeylere benzetmemiz gibi, dış dünyayı nörolojik bir sistem olan duyu organlarıyla algılayıp yine nörolojik bir sistem olan beyin aracılığıyla yorumlarız.
Cézanne’ın resimlerinin gösterdiği gibi, dünya farklı renklerin oluşturduğu bir kolajdan ibarettir. Bu kolajdan bir anlam çıkarabilmek için zihnin yardımı gerekir. Dünya işlenmemiş biçimiyle, sadece ışık demeti ve renk cümbüşü olarak görünür. Başka bir deyişle, duyumlar beyin tarafından yorumlanmadığı takdirde dünya asla anlamlı bir bütün oluşturmak üzere bir araya gelemeyecek parçalardan oluşan bir renk yığını olarak görünür. Dolayısıyla görmenin gerçekleşmesi için gözden beyne doğru bir işleme sürecinin tamamlanması gerekir. Işık parçacıkları gözden beyne gönderildikten sonra bir araya getirilip bir nesne haline gelmelidir. Cézanne görmenin nasıl olduğunu tuvallerinde göstererek sanat ve bilim arasında bir köprü kurmuştur.
* Ulrike Becks-Malorny, Cézanne, Taschen, 2012, s. 46
** Zeynep Zafer Esenyel, “Cézanne’ın Dinleyen Gözleri”, Felsefe Arkivi, Sayı: 50, 2019, s. 45
*** Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi, çev: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2009, s. 131