Tayfun Atay
‘Boyalı Kuş’un dönüşü: “My name is Che… Behzat Che!..”
“Behzat Ç.”, statükoya “Ne ayaksın la sen” çeken bir delişmen yürek… Bu yürekle yıllar yılı Cumartesi Anneleri’nin de yanında da oldu, tesettürlü kadınların başını örtme haklarının da… F Tipi cezaevi mahkumlarının da yanında oldu, LGBTİ+ kimlikli mağdurların da… Alevilerin de yanında oldu, çocuğuna dinini seçme özgürlüğü vermek isteyenlerin de… Ve “Behzat Ç.”, “tumanını” torunu yaşında çocuklara çözen dinî kisveye bürünmüş sapık tacizcilerin karşısında olduğu gibi, şimdi de kendini “eşref-i mahlukat” sayarak kedileri-köpekleri katleden, aslında “esfel-i safilin”, yani sefillerin en sefili/alçakların en alçağı olanların karşısında.
Jerzy Kosinski’nin “Boyalı Kuş” romanı İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesinden kopan bir Yahudi çocuğun sarı saçlı-mavi gözlü insanlarla dolu Doğu Avrupa köylerinde oradan oraya sürüklenişini, hırpalanışını, nefret-zulüm-şiddete maruz kalışını iç kıyıcı betimlemelerle anlatır. Tabii esas anlatılan insan dünyasında farklı, başka, öteki olmanın bedelidir ki “Boyalı Kuş” başlığı da bunu işaret eder.
Romanda aktarılan olayda çocuk kahramanımızın yanına sığındığı ve kuşçulukla uğraşan bir köylü, ormanda yakalayıp rengarenk boyadığı kuşları, ayrıldıkları sürüye katılmaları için salar. Heyecanla kanat çırpıp sürüsüne doğru uçan kuşu boyalarından dolayı yadırgayan ve kendilerinden saymayan diğer kuşlar gagalayarak parçalayıp aralarından atarlar.
“Behzat Ç.”nin televizüel medyamızdaki macerası böylesi bir “boyalı kuş” hikayesini yankılar. O, “eleştirel akıl”la boyalı olduğu için, belirgin rengi itaatkâr akıl olan “sürü” içinde tutunamamış, didiklene-gagalana dışarı atılmıştır.
Aslında yaklaşık üç yıl iyi dayanmıştır da denilebilir ve bunda kelimenin tam anlamıyla “sağ gösterip sol vurması”nın rol oynadığı ileri sürülebilir.
Çünkü “Behzat Ç.”, erkekliğin gramerini kullanarak, yani erkekliğin kitabını yazar gibi görünerek erkek iktidarına yıkıcı darbeler indiren; devletin/bürokrasinin gramerini kullanarak, yani “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” der gibi yaparak devletin kirine-pasına mercek tutan; ve bağlantılı olarak polisliğin gramerini kullanarak da polisliğin yüceltilmesine karşı durup o dünyanın iç yüzünü keskince ifşa etmeye yeltenen bir diziydi.
Topluca ifade etmek gerekirse, statükonun gramerine nüfuz eden ama ondan yana olmayan, aksine statükoya “Ne ayaksın la sen?!” diyen aykırı-protest bir diziydi.
“İlk Behzat olmak, bana yeter de artar!”
Televizyon dizisi olarak Star’da 2010’dan 2013’e kadar üç sezon devam etti “Behzat Ç.” ve tam da Gezi protestoları başlamadan önce 17 Mayıs 2013’te noktalandı. Aynı yıl içinde birkaç ay sonra da adeta teselli niyetine ikinci sinema filmi (birincisi, “Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm”, 2011), “Behzat Ç.: Ankara Yanıyor” vizyona girmiş ve adeta “GEZİ”nin metaforik bir anlatımı gibi patlamıştı önümüzde. Gerçi senaryosunun mart ayında, yani “GEZİ”nin çok öncesinde ortaya çıktığı söylenmekteydi ama olsun, sonuçta ürün sahnelendiğinde artık bizimdi ve biz de onu “GEZİ’ye selam!” olarak “okumayı” tercih etmekteydik!..
O filmin galasında, kafamda şekillenen bir düşünceyi, daha doğrusu hayali, “Behzat”a hayat üfleyen Erdal Beşikçioğlu’nun da paylaştığını öğrenmek beni çok heyecanlandırmıştı.
Giderek muhafazakârlık cenderesine girmiş ekranlarda kafası-gözü yarılıp, eti-kemiği lime lime edilip dizi olarak barınamayacak duruma geldiyse niçin sinemada, mesela “Görevimiz Tehlike”, mesela “Charlie’nin Melekleri”, ama esas “James Bond” gibi “Behzat Ç.” de bir film-dizisi olmasındı?!.. Ben böyle düşünüp “Behzat Ç. bizim James Bond’umuz olmalı” diye coşarken Erdal da aynı doğrultuda bana şunları söylemişti:
“Dediğin gibi, James Bond benzeri bir süreklilik sinemada neden olmasın? Ben, Bond serisinde olduğu gibi, benden sonra ‘Behzat’ı canlandıracak oyuncuları düşünmekten heyecan duyarım. Sean Connery’nin ilk Bond olması gibi ben de böyle bir seride ‘ilk Behzat’ olarak anılsam bana yeter. Ölsem de gam yemem.”
TV’den sinema ve internete, Amirim doludizgin!
Fakat, heyhat, hayallere baskın bir hayat var ve “dijital-yeni-normal” duruma müdahil oldu! Önce 2019’da “Behzat Ç.: Bir Ankara Polisiyesi” adı altında dizinin 4. sezonu izleyiciyle BluTV’de buluştu. Ve şimdi da an itibarıyla her hafta yine BluTV’de yeni bölümleriyle “Çekiç ve Gül: Bir Behzat Ç. Hikâyesi”nin gösterimi devam etmekte.
Ve izliyor-görüyoruz ki Erdal Beşikçioğlu’nun “yeni Behzat”lara bayrağı devretmesi için daha hâlâ vakit var!..
İnsanlık oranı, “hayvanî tevazu” ile artar
“Behzat Ç.” esas itibarıyla 2012’de gerçekleştirilen reyting sistemine dinbaz-politik operasyonun sonucu olarak hedef tahtasına oturtuldu ve ticari-endüstriyel müeyyidelerle, ayrıca RTÜK’ün kestiği cezalarla etkisizleştirilmeye çalışıldı. Bu “hayal zabıtaları” bir türlü anlayamadılar ki “Amirim”in derdi, izlenme oranında artıştan ziyade “insanlık oranı”nda artış olmuştur hep!.. Dedik ya, statükoya “Ne ayaksın la sen” çeken bir delişmen yürek o…
İşte bu yürekle “Behzat Ç.” yıllar yılı Cumartesi Anneleri’nin yanında da oldu, tesettürlü kadınların başlarını örtme haklarının yanında da oldu.
F Tipi cezaevi mahkumlarının da, LGBTİ+ kimlikli mağdurların da yanında oldu.
Alevilerin de yanında oldu, çocuğuna dinini seçme özgürlüğü vermek isteyenlerin yanında da oldu.
Buna mukabil bir zamanlar nasıl KCK tutuklularına reva görülenlerin karşısında olduysa, yeri geldi KHK mağdurlarına yaşatılanların da karşısında oldu.
Ve “Behzat Ç.”, en son “tumanını” torunu yaşında çocuklara çözen dinî kisveye bürünmüş sapık tacizcilerin karşısında olduğu gibi, şimdi de kendini “eşref-i mahlukat” sayarak kedileri-köpekleri katleden ve aslında “esfel-i safilin”, yani sefillerin en sefili olanlar karşısında yola koyuldu, gidiyor. Buzulları kurutan, toprağı betona boğan, ormanı otoyola dönüştüren, böylece yeryüzüne ölümü indiren bir ekonomi-politik işleyiş karşısında, kurtuluşun çoktan kaybettiğimiz bir erdemi, “doğa karşısında hayvanî tevazu”yu yeniden kazanmakla olabileceğini düşündürürcesine…
Her daim nasılsa yine öyle, yolu açık olsun bakalım!..