Süreyya Su
Blues Sadece Müzik Değil Saf Duygudur
Amerika’da kölelikten kurtulan siyah insanlar bir anda kendilerini etrafa dağılmış halde ve belirsizlik içinde buldular. Kölelik düzeni sonuçta bir düzendi; bu düzende siyahlar hiyerarşik bir biçimde örgütlenmişlerdi. Çiftliklerde yönetici konumunda, otorite ve statü sahibi köleler de vardı. Özgürlük ilan edildikten sonra yaklaşık dört milyon siyah köle özgür kalmıştı ama yaklaşık beş yüz bin “özgür” siyah da boşta kalmıştı. Kuzey’deki kentlere giden bu “seçkin” siyahlardan daha sonra siyah liderler çıkmıştır. Amerikan İç Savaşı (1861-1865) tarım alanlarını mahvedip, Güney’in mali kaynaklarını tüketirken, Kuzey’de endüstri hızla gelişti. Kölelikten kurtulan siyahların bazıları, Güney’i yoksulluğa ve kaosa terk edip, Kuzey’e Batı’ya göç etti. Ancak kalan çok sayıda siyah yoksulluk ve ırkçı ayrımcılıkla yaşamak zorunda kaldı.
1877’de, galip gelen Kuzey birlikleri Güney’den çekildiklerinde, özgür yurttaşların eşitliğini ve adaleti güvence altına alan bir anlaşma yapmadılar. Güney’in, beyaz üstünlüğüne göre yeniden yapılanma talebini kabul ettiler. Böylece yirminci yüzyılın eşiğine yaklaşırken Güney’deki siyahların yurttaşlık haklarından fiilen mahrum olduğu ve ekonomik olarak en alt sınıfa mahkûm olduğu eski düzen yeniden kuruldu. Güney’deki siyahlar, sistematik olarak aşağılanmalarını sağlayacak olan 1890’ların sonu ve 1900’lerin başlarında uygulanan Ayrımcılık Yasalarına tâbi oldular. Yasalarla desteklenen ayrımcılık, evlerde, işyerlerinde, okullarda, kiliselerde, restoranlar ve kafelerde, barlarda, toplu taşıma araçlarında, spor salonlarında, eğlence yerlerinde, hastanelerde, hapishanelerde, hatta morglarda ve mezarlarda bile uygulandı. Siyahlara uygulanan ayrımcılık ve dışlama, köleliği ikame ediyordu. Böylece siyahların kent ve eğitim hayatına katılmaları engellenerek, cahil ve vasıfsız kalmaları sağlanmak isteniyordu. Bunun sonucunda siyahların çoğu (%75’i) Güney’de kalıp, köleyken yaptıkları gibi tarım işlerinde çalışmışlardır. Siyahların çoğu için hayatlarındaki değişim, çiftliklerde köleliğin yerini ortakçılığın alması olmuştur.
Ortakçı, Ortaçağ’daki serf ve senyör ilişkisi gibi, hasat zamanı elde edilen üründen aldığı küçük bir pay karşılığında çiftlik sahibi için çalışırdı. Ortakçıya çiftlikte “kendisine ait” gibi görebileceği bir toprak parçası verilir, çiftlik sahibi de barınma, yiyecek, giyim gibi temel ihtiyaçları ve toprağı işlemek için gerekli araçlar ile tohumu karşılardı. İlk bakışta makul ve âdil bir düzenleme gibi görünse de uygulamada her türlü suiistimâle açık, güvenilmez bir sistemdir. Ortakçı hep bağımlı ve borçlu kaldığı bir kısır döngünün içinde hapsolurdu. Yıl sonunda yapılan hesap, sayımı yapan toprak sahibinin insafına kalırdı. Bu yüzden siyahlar, daha iyi koşulların arayışı içinde, bir çiftlikten diğerine sürekli taşınarak beyazların angaryasını çekerlerdi.
Blues’un kaynakları ve özellikleri
Bu güvencesizlik ve sürekli hareket halinde, kendilerinin olan, onlara neşe ve umut veren, duygularını ifade ettikleri yegâne araç müzikleriydi. Kölelik zamanından beri, herhangi bir enstrümanla doğaçlama ya da kendiliğinden müzik yapma, şarkılarla duygularını ya da hikâyelerini anlatma ve kendi kendine eğlenme yeteneklerini geliştirmişlerdi. Eski büyük çiftliklerdeki köleler Avrupa müziğinin birçok türünü kendilerine mal etmişlerdi. Kendi Afrikalı gelenekleriyle dönüştürüp şekillendirdikleri müzik, ragtime’dan blues ve caza gelişerek çeşitlendi. Blues, cazın ve rock’ın beslendiği bir kaynak olmuştur.
1890’ların sonundan itibaren eğlence dünyası, siyahların kültüründen doğan bu yeni müzikleri keşfederek sahnelemeye başladı. Önce ragtime ve onunla birlikte gelen bir dans çılgınlığı “cakewalk” sahneye çıktı. Daha sonra ragtime ile sıkı bağları olan blues, swing, caz ve rock dalga dalga dünyaya yayıldı.
Ragtime, kaynağını banjo ritimlerinden alan siyahlara özgü yeni bir müzikti. Rag, şamata demektir. Siyahlar, ayaklarını yere vurarak yaptıkları dansa “ragging” (şamata çıkarmak) diyorlardı. Dans ederken çığlıklar atıyorlar, el çırparak ve ayaklarını yere vurarak ritim tutuyorlardı. Rag meyhanelerde, bilardo salonlarında, restoranlarda bir piyanist tarafından çalınıyordu. Sonra başka enstrümanlara uyarlanmış ve orkestra formuna uyarlanmıştır. Fakat orijinali piyano ile icra edilendir.
Yirminci yüzyılın başında New Orleans’ta birçok müzik türünün karıştırılıp yeni müzik türlerinin elde edildiği bir süreç yaşandı. Fransız ve İspanyol müziklerinin yanında ragtime ve diğer siyah dans müzikleri salonlarda hem beyaz hem siyah müzisyenler tarafından çalınıyordu. Caz, kimsenin kesin olarak ne zaman olduğunu söyleyemeyeceği bir anda, bu ortamda doğdu. Cazı bariz bir biçimde farklı kılan şey, içeriğindeki iki maddenin birleşimidir: ragtime’ın hafif ve çılgın müziği ile blues’un ağır ve duygusal müziği.
Yirminci yüzyılın başında New Orleans’ta, daha sonra blues olarak adlandırılan müziğin ilk biçimleri söylenmeye başlamıştı. Bunlar, bireysel duyguların birer ifadesi olarak doğdu, gayet basit ve tekrarlanıp duran tek mısradan oluşan sözleri içeriyordu. Şok geçiren bir insanın sürekli sayıklaması gibi söyleniyordu: “Kederliyim, ama ağlamayacak kadar keyifsizim” veya “Gwine morfin aldı ve öldü, Gwine morfin aldı ve öldü, Gwine morfin aldı ve öldü”. Bütün bir şarkı tek bir mısraın tekrarına dayanabiliyordu. Bu tür şarkıların kökeni tarlalarda çalışan kölelerin “çağrı-cevap” şeklinde bağırarak söyledikleri iş şarkılarında bulunabilir. Bu şarkılar, çekme, vurma, kazma gibi, bedenin kıvrak ve ritmik hareketlerini gerektiren işlerde hem motivasyon sağlamak hem de öfkeyi ifade etmek için söyleniyordu.
İlk blues şarkıları da kişisel duyguları basit bir şekilde ifade etmek için tek veya iki mısralık sözlerle söyleniyordu. Daha sonra duyguyu güçlendirmek ve ifadeye zenginlik katmak için şarkılarda daha fazla söze ve sözlerde kafiyeye ihtiyaç duyuldu. Böylece hep aynı nakarattan değişen ezgilere doğru blues’un sesi ve sözü olgunlaştı. Ama blues duygusallığından bir şey kaybetmedi, daha sanatsal hale geldi ama estetik olmadı. İçten gelen sesiyle duyguları doğrudan ve yalın bir şekilde dile getirdi.
Mississippi blues
Blues, ABD’nin güneyinde yaşayan siyah toplumunun hüzünlü ve kederli seslerini yansıtır. Çok sert ve acımasız ayrımcılık politikalarıyla dışlanan, aşağılanan ve sömürülen yoksul ve cahil siyahlar blues’u söylemiş ve hissetmişlerdir. 1920’li yıllardan itibaren ABD’de beyazlar da blues’un “ağırlığı”nı hissetmişler, duygulu ve heyecan verici sesinden etkilenmişler ve onu sahiplenmişlerdir. Blues’un tarihi, gelişmesi, evrimi, kölelik ve ayrımcılık dönemleri boyunca blues’u bir müziğin ötesinde bir ifade aracı olarak gören Amerikalı siyahların maruz kaldığı şiddet türlerinin acı deneyimleriyle kurulmuş tarihleri, sosyolojileri ve psikolojileriyle koşut bir çizgidedir.
Blues’un tarihinde Mississippi’nin özel bir yeri vardır. Mississippi’den çok sayıda iyi blues şarkıcısı çıkmıştır. Onlar Amerika’nın farklı yerlerine ve Kuzey’deki kentlere gitmişler ve yanlarında Mississippi blues’unun güçlü duygusal sesini götürmüşlerdir.
1890’larda Mississippi siyah nüfusun en yoğun olduğu yerdi. Bazı bölgelerde siyahlar, beyazların iki ya da üç katı nüfusa sahipti. Çok sayıda yoksul ve okuma yazması olmayan siyah, yüksek ücret vaatleriyle buradaki çiftliklerde çalışmak için gelmişlerdi. Mississippi Deltası’ndaki hayat, pamuk yetiştiriciliği üzere neredeyse tamamen beyazların sahip olduğu çiftliklerde ortakçılığa dayanıyordu. Siyahlar burada da toplum dışına itiliyor ve yalıtılıyorlar, ekonomik olarak sömürülüyor ve politik olarak engelleniyorlardı. Dışlanma ve aşağılanma, Güney’de her siyahın yazgısıydı. Ekonomik, politik, eğitimsel ve sosyal olarak beyazların egemenliği mutlaktı. Irkçılık ve bağnazlık konusunda Mississippi’nin kötü bir ünü vardı. Acımasız işkencelerle linç eylemleri oluyordu. Yine de siyah toplumda, yoksulluğun ve ayrımcılığın sınırları içinde yeni bir yaşam biçimi yaratmaya çalışılıyordu.
Blues: saf duygu
Müzik, bu yaşam biçiminde ve siyah toplumun popüler kültüründe kimliğin, direnmenin ve toplumsal ve bireysel duyguların temel ifade aracıdır. Siyahlar için müzik ve dans kendini ifade etmenin ve özgürlüğü yaşayabilmenin sınırsız yollarıdır. Kölelik döneminde de “özgürlük” döneminde de siyahların bedeni ritmik müzikle hareket ederek efendiye ve iktidara karşı direnerek özgürleşir. Zincirlere, kırbaçlanmalara, aşağılanmalara ve başka şiddet türlerine rağmen her zaman istediği gibi bedenini sallayabilir ve şarkı söyleyebilir. Böylece müzik ve dans ortak bir duygu, umut ve amacı temsil ederek bir toplum kimliği oluşturur. Müzik ve dans siyahlar arasında bedenlerinin ve ruhlarının özgürlüğünün ifade araçlarıdır.
Blues söylerken ve çalarken belli bir ritimle hareket edilir, sallanılır, yani dans edilir. Blues ve ona eşlik eden hareketler birtakım duygu ve düşünceleri ifade eder: arzular, hazlar, heyecanlar. Nitekim, blues şarkıcıları için blues duygudur, saf duygu ya da hayat. Arzuların, haz ve heyecanların özgürce dışa vurulduğu bastırılmamış hayattır blues; duygunun sesidir. Bu özelliğiyle blues, bir eğlence aracı olmaktan öte bir şey, bir ifade aracıdır. Dolayısıyla blues, Amerikalı siyahlar için müziğin ötesinde bir şeydir.
Blues, Amerikan siyah toplumunun halk kültürü ve ruhundan yarattığı bir müziktir; köleleştirilerek ve ayrımcılıkla dışlanmış, yoksulluğa ve umutsuzluğa itilmiş olan bu halk özgün bir biçimde Amerika’da ortaya çıkmış müzik türlerinden birine bütün duygularını ve heyecanını yansıtmıştır.