Tuğçe Küçük
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ, ‘GÜZELLİK’ BİR GÜN ‘HAPİS’TEN ÇIKMIŞ…
Masallarda anlatılan güzeller güzeli prensesin kısa saçlı, kısa boylu, kilolu, büyük burunlu, kocaman ayaklı olduğunu düşünelim. O zaman yine ‘güzel’ denince şimdi düşünebileceğimiz bir siluet canlanır mıydı gözümüzde, yoksa güzelin tanımı bambaşka mı olurdu? Masallar ve gerçek yaşam el ele vermişler bir çerçeve çizmişler içine ‘güzel’in özelliklerini koymuşlar… Ve bütün kadınlardan bu küçücük çerçeveye sığmalarını istemişler…
“Güzel olmak zorunda değilsin. Kimseye güzellik borcun yok. Ne erkek arkadaşına / kocana / partnerine, ne iş arkadaşlarına, özellikle de sokaktaki rastgele adamlara. Annene borçlu değilsin, çocuklarına borçlu değilsin, topluma borçlu değilsin. Güzellik, “kadın” denilen bir alanı kapladığın için ödediğin kira değil” (Diana Vreeland).
Güzellik nedir? Neyin güzel olduğuna nasıl karar verilir? Aslında daha çocukken masallarda duymaya başlarız ‘güzel’in betimlemelerini… Rapunzel, saçları kulenin tepesinden aşağı kadar uzanan güzeller güzeli bir prensestir. Külkedisinin öyle büyüleyici bir güzelliği vardır ki o, salona girer girmez bütün dikkatler ona kesilir. Uyuyan Güzel’se adı üstünde dünyalar güzeli bir prensestir. Kraliçe aynaya her gün sorar benden güzeli var mı bu dünyada?!..
Bu masalların güzellerinden hiçbiri de kısa saçlı, kısa boylu, kilolu, kocaman burunlu, iri ayaklı değildir. Bu kadın yaratıların muhakkak ki her biri; uzun boylu, zayıf, uzun saçlı, hokka burunlu, kalem kaşlıdır... Masal öyle bir anlatır ki prensesin güzelliğini hiç kimsenin zihninde kocaman elleri, sivri çenesi, kısacık saçları olan bir siluet canlanmaz… Zaten bunlar da cadıların fiziksel özellikleridir… Güzelliğin, anlatılan bu özellikleri iyilik de doğru orantılıdır elbette. Bu güzeller güzeli prenseslerin her biri melek gibidir, naiftir, iyiliğin timsalidir adeta… Kötü kalplilik, kıskançlık, türlü dolaplar, ‘çirkin’ olanların payına düşer. Çünkü masallar ‘güzel’ olmayı hudutlarla sınırlamıştır bir kere. Fiziksel özellikleriyle bu hudutların dışında kalanların güzel bir kalbe sahip olma hakkı bile yoktur…
Böyle başlar ‘güzel’i öğrenme serüvenimiz. Şimdi kime sorsak güzelliğin göreceli olduğunu söyler değil mi? Evet, aslında hiç de nesnel olmayan güzellik kavramını; daha çocukken, dünyalarımız hayaller ülkesiyken masallar başlar bize öğretmeye. Sonra da her şey için bir kuralı olan gerçek yaşam, hayaller alemindeki çocuktan bu görevi devralır. Öğrenilen, çerçeveler içine giren güzellik somutlaşmaya başlar ve ulaşılması gereken bir ideal halini alır.
Asırlardır ‘ideal’in peşinden koşmak…
Ancak yine de mutlak bir güzellik anlayışından bahsedemeyiz. Çünkü güzelliğe biçilen kaftan, çağlar içinde, kültüre göre değişir, dönüşür. Değişmeyen şey sadece ve sadece güzelliğin ideallerinin hudutları içerisine girme isteğidir. Çünkü çocukluğumuzdan son nefesimize kadar bir şeyler bize hep ama hep bunu söyler.
Bu durum çağlar boyu böyle olmuştur. Örneğin Antik Yunan’da güzellik anlayışı, günümüzden oldukça farklıydı. Büyük göğüsler, geniş bir kalça, ayva göbek Antik Yunan’da ‘güzel’ kadının fiziksel özellikleriydi. Rönesans’ta ise açık ten rengi, küçük göğüsler, geniş kalçalar, kıvrımlı bir vücut bu tanımı karşılıyordu. Rönesans döneminde bu fiziksel özelliklere sahip olmak yani güzel olmak statü göstergesiydi. Özellikle sarayda yaşayan, güneşe az temas eden kadınlar bu özellikleri karşılıyordu.
19. yüzyıla gelindiğinde ise artık ayva göbek değil ince bel makbul olandı. Bu dönemde kadınlar ince bel uğruna korse giymeye başlamışlardı. Sımsıkı bir korse ile elde ettikleri ince belleriyle kadınlar kum saati görüntüsünü andırmaktaydı. Uzun saçın oldukça önemli olduğu bu dönemde postişler de popülerdi. 20. yüzyılda ise uzun saç yerini kısa saça, korseli, sımsıkı ince bir bel görüntüsü yerini daha esnek kemerlerle görece rahat kıyafetlere bırakmıştı.
Bu örnekler anlatıyor ki tarih boyunca güzelin ne olduğunun bir tanımı vardı. Sadece bu tanım zaman içinde değişime uğradı. Günümüzde ince bir bel için sımsıkı korseler kullanılmıyor belki ama hayal edilen ‘ideal’ beden için, ‘ideal’ yüz hatları için bıçak altına yatılıyor. İster 14. yüzyılın bilgisiyle ister günümüzün teknolojik kolaylıklarıyla olsun her halükârda çağın ‘ideal’ olarak sunduğu görüntüye ulaşmak amacı sürdürülüyor.
Sosyal mecraların yapıcı yüzü/yıkıcı yüzü
Gelişen teknoloji ‘ideal’ olana ulaşmak için türlü yollar sunmakla birlikte güzellik yarışını daha acımasız bir hale getirmeyi de ihmal etmiyor. Bu acımasızlığın en katıksız hali ise sosyal mecralarda görülüyor. Kimliklerin flu olduğu, gerçek hayatta bir araya gelmeyecek insanların etkileşim kurabilme olanağı bulduğu bu mecralarda fotoshop programlarıyla fiziksel görünümünde oynama yapanlar da var, insanların fiziksel görüntüleri hakkında fütursuzca eleştiri yapanlar da… Gerçekte söylemeye cesaret edilemeyecek sözleri sarf etmeye olanak tanıyan klavye ortamı güzellik yarışını, modaya uyma algısını daha da derinleştiriyor. Birilerinin bir yerlerden düşünmeden yaptığı bir yorum bazı hayatları bunalıma sürükleyebiliyor. Ya da durmaksızın peşinden koşulan ‘güzel’ fizik, ‘güzel’ yüz arayışı, başkalarına benzeme isteği, insanları öz benliklerini sevmekten uzaklaştırıyor. Dolayısıyla bu arzunun; en nihayetinde insanın kendine yabancılaşmasına, içsel bir bunalıma sürüklenmesine sebep olması da düşük bir ihtimal değil.
Ancak diğer taraftan aynı iletişim ağları, ‘ideal’ olanın içine sıkışıp kalmayı tercih etmeyenetmek istemeyen seslerin de yankısı oluyor. Bedenini hiçbir modaya uydurmadan olduğu hali ile seven ve bunu olası acımasız yorumlara rağmen cesaretle dile getiren kadınların sayısı hiç de az değil. Ayrıca bazı şirketlerin ‘güzellik ölçütleri’ne uymayan kadınları marka yüzü olarak seçmesi de sosyal mecraların aktif kullanıldığı günümüzde toplumda yaratılabilecek farkındalık için önemli bir hamle. Bunu yapan firmaların sayısı az olsa da umut vaat ediyor. Diğer taraftan kadınlara dayatılan güzellik algısı hakkında animasyonların, kısa filmlerin sosyal medyada yer alıyor olması da ‘güzel’in bir kalıba giremeyeceğini, girmemesi gerektiğini düşünen kadınların sayısını arttırıyor. Yani sosyal mecraların bir yüzü saldırgan, kırıcı ve yıkıcıyken diğer yüzü yapıcı, onarıcı ve aydınlatıcı olabiliyor/görünüyor.
Makyajlı-makyajsız, kilolu-zayıf… kadınların oldukları, kendi olmak istedikleri halleriyle güzel göründüklerini anlamak, gökdelenler dikmekten, uzaya gitmekten, hatta uçan araba yapmaktan bile zor olmalı ki ikinci seçenek sesini arttırsa da birinciyi hala bastıramıyor!..