Tayfun Atay
Bir büyübozum hikâyesi: ‘Yeşilçam’
Blutv’de hafta içi seyre sunulan Çağan Irmak imzalı yeni dizi “Yeşilçam”, Yeşilçam’ın “hakikatini” kendine mesele yapan; yani beyaz perdeye yansıyan ve yıllar boyu gözümüzü-gönlümüzü kamaştırmış bir aydınlığın arkasında kalan karanlık yüze ışık tutmayı hedefleyen bir kurmaca. O yüzden de bir “büyübozum denemesi” denmeyi hak ediyor.
Henüz “dün bir-bugün iki” mahiyetinde giriş bölümleri izledikse de dizide açıkça işaret edilen şu ki Yeşilçam denilen o büyülü perdenin ardında bir “pazar”dan, hem de alabildiğine acımasız, kıran kırana, büyük balığın küçük balığı yuttuğu kirli ve karanlık bir pazardan başka bir şey yok. Üstelik bu “pazar”, ülkenin ticari olduğu kadar siyasi, kültürel olduğu kadar ideolojik ve kalbur-üstü olduğu kadar yeraltı dünyasına değgin dinamiklerinin de bağlayıcılığında hem açık-seçik hem gizli-saklı ilişkilerin süre geldiği bir işleyişe sahip.
“Çağan Irmak ve Yeşilçam” deyince benim aklıma ilkin “Çemberimde Gül Oya” gelir. 2004-2005 yıllarında ekrana gelen ve 12 Eylül (1980) darbesine giden yolda 1970’ler Türkiye’si üzerine bir “politik melodram” olarak tarif edilebilecek Çağan Irmak imzalı bu dönem dizisini soluksuz izlerken ben 70’li yılların erken dönemlerinde hayal endüstrimizin merkez üssü Yeşilçam’a çağrışımsal kesitleri bol bol yakalamıştım. Özellikle doğup büyüdüğü köyden şarkıcı olma ümidiyle büyük şehre savrulan ve o ümitler pavyonda sönerken zengin ama verem hastası talihsiz bir gençle aşkı tam bir Yeşilçam melodramı olarak şekillenen kadersiz fakir kız Canan’ın (Goncagül Sunar) hikâyesinde çok barizdi bu!..
1980 askeri darbesine giden yolda Türkiye’nin siyasi alacakaranlığına sıradan insanların gündelik hayat akışı içinden, “melodramatik” dokunuşlarla bakan Yeşilçam titreşimli bu unutulmaz çalışmasından sonra Çağan Irmak şimdi yine yönetmenliğini üstlendiği ve bu defa doğrudan Yeşilçam’a ve onun “hakikati”ne kurgulu bir dönem dizisiyle karşımızda. Memleketin “darbe”siz bir on yılı pek olmadığı için burada da bir başka askeri darbenin (27 Mayıs 1960) ertesine tarihleniyor hikâyemiz; ama 1960’lı yıllar Türkiye’nin sinema tarihinde Yeşilçam’ın en ihtişamlı dönemi olarak ayırt edildiği için böyle esasen bu…
Yeşilçam’ın karanlık yüzü mercek altında
Senaryosunu Levent Cantek ve Volkan Sümbül’ün yazdığı dizi, yukarıda işaret ettiğimiz üzere Yeşilçam’ın “hakikatini” kendine mesele yapan; yani beyaz perdeye yansıyan ve yıllar boyu gözümüzü-gönlümüzü kamaştırmış bir aydınlığın arkasında kalan karanlık yüze ışık tutmayı hedefleyen bir kurmaca. O yüzden bir “büyübozum denemesi” denmeyi hak ediyor.
Çünkü Yeşilçam, çocukluğunu, ergenliğini, ilk gençliğini 1960’lar ve 70’lerde geçirmiş bir kuşak için bir büyülü evrendi. Dizinin ilk bölümünde sinemaya kalpten vurgun idealist yapımcı Semih Ateş’in (Çağatay Ulusoy) ağzından vurgulandığı üzere, “hayatın yavanlığı”ndan kaçıp sığınılan, “hastaları iyileştiren”, “mevsimleri değiştiren” bir düşler ülkesiydi o… Ya da tatsız, sessiz, cansız, hareketsiz ve mutsuz bir hayatın akışında, insanların ayda bir ya da eğer daha şanslılarsa haftada bir kendilerini yaklaşık iki saatliğine, esrime halinde içerisine bırakabildikleri bir tat, ses, canlılık, hareketlilik ve en önemlisi mutlu-sonlar sığınağı bir “vaha”ydı.
Mutlu-sonlar değil, sonsuz mutsuzluklar diyarı
“Yeşilçam”, bu “vaha”nın seraptan ibaret olduğunu, o mutlu-sonlar illüzyonunun ardında sonsuz mutsuzluklarla durmaksızın dönen bir ticari-endüstriyel çark olduğunu vurgulayan bir çalışma. Henüz “dün bir-bugün iki” mahiyetinde giriş bölümleri izledikse de açıkça işaret edilen şu ki Yeşilçam denilen o büyülü perdenin ardında bir “pazar”dan, hem de alabildiğine acımasız, kıran kırana, büyük balığın küçük balığı yuttuğu kirli ve karanlık bir pazardan başka bir şey yok.
Üstelik bu pazar, ülkenin ticari olduğu kadar siyasi, kültürel olduğu kadar ideolojik ve kalbur-üstü olduğu kadar yeraltı dünyasına değgin dinamiklerinin de bağlayıcılığında hem açık-seçik hem gizli-saklı ilişkilerin süre geldiği bir işleyişe sahip. Hüzünden neşeye, elemden saadete açılır mahiyette aşk melodramlarının menbaı Yeşilçam, bir “kurtlar sofrası” olarak seyrimizde burada. Bu seyrin içinde yoksulluğu, patronajı, emek hırsızlığını, kadın istismarını, dost ihanetini, herkesin birbirinin kurdu olduğu bir insanlık halini, ülkenin genel sosyoekonomik topografyasının bir izdüşümü mahiyetinde bulacağız gibi görünüyor.
Ayhan Işık tamam da ‘Senarist Turgut’ kim?
Aslında diziye ilişkin tespit ve kestirimlerde bulunmak için henüz erken, çünkü nerelere yol tutulabileceği konusunda kendisini hepten ele vermeyen iki bölümlük bir giriş izledik. Kuşkusuz hiç ip ucu yok değil ve zaten o ip uçlarına dayanarak sınırlı da olsa yukarıdaki değerlendirmeyi yapabiliyoruz. Ama elbette müteakip değerlendirmelere açık, henüz tamamlanmamış bir seyir sürecinin içindeyiz.
Diğer taraftan bu iki bölümlük başlangıçta belki ilginç, belki de kafa karıştırıcı sayılabilecek bir nokta, dönemin sineması ve popüler kültürüyle irtibatlı bazı tarihsel şahsiyetler kurguya gerçek isimleriyle dâhil edilirken (Ayhan Işık, Atıf Yılmaz, Şevket Rado gibi) diğer bazı şahsiyetlerin tahmine kuvvetle açık mahiyette adeta şifrelenmiş isimlerle sunulması… Söz gelimi “Atıf Yılmaz” (Erdem Usta), Atıf Yılmaz’dır da “senarist Turgut” (Muhammet Kulu), abide romanı “Güven”deki baş karakteri Turgut anıştırması da yaratacak şekilde Vedat Türkali midir?.. Öyle ise dizide film setlerinden siyasi şube dehlizlerine de çıkacak bir yolumuz var demektir.
Yahut söz gelimi “Ayhan Işık” (Emre Taşkıran), Ayhan Işık’tır da Selin Şekerci tarafından canlandırılan “Mine Cansu”, sadece isim benzerliğinin değil, canlandırmanın/tiplemenin de fazlasıyla çağrıştırdığı üzere acaba Mine Mutlu mudur?..
Eğer öyle ise de 1960’lar ve erken-70’lerin aile melodramlarının arka plân gerçekliğinden, 1970’lerin ikinci yarısında Yeşilçam’ı karakterize eden, sokaklardaki siyasal şiddetin beyaz perdedeki cinsel şiddetle buluştuğu seks filmleri furyasının hazin arka plânına da dizimiz, eğer vakti olursa intikal edecek demektir.
Her hâlükârda heyecanla bekliyoruz, “Yeşilçam”ın yolu açık ve uzun olsun!...