Serhat Güney
BAŞIBOŞ VİCDANLARIN GÖLGESİNDE 19 DEFİN
Göçmenlerin veya yabancıların maruz kaldıkları muameleler doğrudan toplumdaki ahlak yoksunluğunun, vicdansızlığın veya sevgisizliğinin bir sonucu değildir aslında. Toplum şu ya da bu şekilde bu insanların kötü, tehlikeli, art niyetli, zalim, asalak, pis veya tekinsiz olduğuna mutlak bir biçimde inandırıldığı için bunların saygıyı hiç hak etmedikleri düşünülür; giderek ahlaki normlara göre davranılmaya değer görülmez olurlar ve insanilik ölçülerinin dışında bir yerlere, vicdan ötesi bir bölgeye sürülürler.
Şubat ayının ilk günlerinde Edirne’deki İpsala’da, hemen bizim Yunanistan sınırımızın berisinde 19 göçmenin donarak öldüğünü öğrendik. Pakistan, Nepal, Afganistan, Bangladeş ve Suriye’den gelip Avrupa’ya geçmeye çalışan bir grup göçmenin medeniyetin başladığı söylenen yerden zemheri soğuğunda neredeyse çırılçıplak bırakılmış bedenleriyle ite kaka sürüldükleri noktada canlarını teslim etmeleri beklenmedik infial yarattı. Görmezden gelinen, ya da çabucak unutulan bir çok zalimce davranışla, linç girişimleri, pogrom denemeleri ve katledilmelerle karşılaştırıldığında bu olay kamuoyu vicdanında güçlü yankılandı, manşetlerde patladı. Daha birkaç ay önce, yaz aylarında Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesinden sonra binlerce kilometre yürüyerek sınırımıza dayandıklarında ve oradan kontrolsüzce koşa koşa geçerek topraklarımıza girdiklerinde ele geçirilseler bir kaşık suda boğulmaları vacip kabul edilen bu ‘tekinsiz’ insanların, başka bir ülkenin sınırında donarak öldüklerinde vicdani melekelerimize muhatap olmaları bir çelişki gibi görünebilir. Bununla birlikte kamusal söylemin gücü ve insanın bazı acılara belli bir yakınlıktan temas etmesinin yarattığı duygusal patlamaların yoğunluğu düşünüldüğünde bu tepkileri anlamak kolaylaşır. Aylan bebeğin üzgün dalgaların süpürdüğü o yalnız sahilde yatan cansız bedeninin ikonik görüntüsü de tıpkı böyle bir tepki yaratmıştı. Neredeyse yerleşim kapasitesinin sınırlarına ulaştığı varsayılan şu tıka basa insanla dolup taşmış gezegenimizin ‘makul’, ‘medeni’, ‘zengin’ ve ‘makbul’ yurttaşları ne denli göç dalgalarına karşı yaratılan negatif propagandanın etkisi altında kalmış olurlarsa olsunlar, vicdanen bu görüntüye dayanamamış ve küresel ölçekte beklenmedik bir insan severlik dalgası yaratmışlardı. Ama biliyoruz ki, günümüz koşullarında bu dalgalar kabardıkları hızda sönümlenmeye mahkumdurlar. Maalesef insan severliğin ve vicdani kalkışmaların sürdürülebilir olmadığı bir karanlık çağın içinden geçiyoruz. Geride bıraktığımız yıllar boyunca niteliklerinin çok ötesinde güç kazanmış bazı popülist liderler, ana akım medya gücünü arkalarına alan yabancı düşmanı, göçmen karşıtı politikacılarla omuz omuza vererek bu saydığımız kategorideki insanları istikrarlı bir biçimde toplumun ahlaki sorumluluk alanının dışına taşımayı başardılar ve bu sayede kanayan vicdanların bir çırpıda kabuk bağlamasını sağlayacak mucizevi bir tedaviyi kaygılı ve titrek toplumsal dünyamıza ‘hediye etmiş’ oldular.
ÖLÜ GÖÇMENİN UZUN YOLCULUĞU
Tommy Lee Jones’un ‘Üç Defin’ adını taşıyan unutulmaz filmi, Meksikalı bir göçmenin cansız bedeninin bir katırın sırtında anavatanına doğru uzayıp giden absürt, bitimsiz yolculuğunu anlatır. Bir yönüyle amaçsızmış gibi görünen bu başıboş yolculuk aslen vicdani bir kalkışmadan başka bir şey değildir, zira filmde bir sığır çobanını canlandıran Jones, birlikte çalıştıkları yıllar boyunca aralarında derin bir dostluk bağı oluşan bu Meksikalı kaçak göçmene, eğer Amerika’da ölürse muhakkak memleketinde defnedilmesini sağlayacağına dair bir söz vermiştir. Meksikalı göçmen bir sınır devriyesi tarafından yanlışlıkla öldürülür. Film boyunca, bu sınır devriyesinin, sebep olduğu ölüm dolayısıyla belli bir pişmanlık taşıyor olabileceğine dair bazı emareler görürüz. Fakat bu pişmanlık kırıntıları veya belli belirsiz vicdan muhasebeleri hiçbir işe yaramaz, Meksikalı göçmen ne yazık ki öldüğüyle kalır ve olayın üstünü kapatmak isteyen kasabanın şerifi tarafından alelacele defnedilir. Devriye birimi ise olanları görmezden gelmeye karar vermiştir, böylece kaçak göçmeni öldüren adam hayatına kaldığı yerden devam edebilecektir. İşte tam bu noktada, Amerikalı sığır çobanı olaya el koymak zorunda hisseder kendisini ve dostunun bedenini gömüldüğü kimsesizler mezarlığından çıkardıktan sonra ta adamın doğduğu köyde nihayete erecek olan o uzun ve kanunsuz yolculuğu başlatır. Onun bu eylemi bize insan severliğin, gerçek dostluğun ve verilen söze sadakatin, yani ahlaki davranış normunun değerini ve gücünü göstermesi açısından benzersiz bir örnek sağlar ve gerçek sevginin sınır tanımazlığını ifade eder. Bununla birlikte, tüm bu yüce değerlerin, amansızca ötekileştirilmiş her tipten insan evladını korumak gerekliliği söz konusu olduğunda ne denli muğlak ve kırılgan olabileceğini de gözler önüne serer. Nitekim, sınır devriyesi vicdanlı olsa, insan sever olsa ne değişecekti sorusunu sordurur izleyene bu hikaye; ne de olsa herkesin içinde bir parça vicdan ve insan sevgisi bulunur, ama önemli olan bunu kime karşı gösterip kimden özellikle esirgediğimizdir. Meksikalı göçmenler gibi insanların; yani toplumların en alt katmanlarında yaşam savaşı veren yoksul, yabancı, evsiz veya işsiz, amansızca ötekileştirilerek düşmanlaştırılmış tüm kimselerin maruz kaldıkları muameleler doğrudan toplumdaki ahlak yoksunluğunun, vicdansızlığın veya sevgisizliğinin bir sonucu değildir aslında. Toplum şu ya da bu şekilde bu insanların kötü, tehlikeli, art niyetli, zalim, asalak, pis veya tekinsiz olduğuna mutlak bir biçimde inandırıldığı için bunların saygıyı hiç hak etmedikleri düşünülür, giderek ahlaki normlara göre davranılmaya değer görülmez olurlar ve insanilik ölçülerinin dışında bir yerlere, vicdan ötesi bir bölgeye sürülürler.
İNSAN SEVERLİĞİN MUĞLAK SINIRLARI
Sıkı bir dostluğun veya gönülden sevmenin engelleri aşmada mahareti kuvvetlidir, ama insan böyle güçlü duyguları herkese yöneltemez, sevgimizin ve dostluğumuzun genellikle az sayıda muhatabı vardır, geriye kalanlarıysa ancak uzaktan sevebiliriz. Tanımadığımız insanların acılarına karşı hassasiyet göstermek için meselelerin vicdani bir çerçevedeki temsiline ihtiyaç duyarız genellikle, önümüze bu şekilde getirilmeyen her şey ister istemez dikkatimizden kaçar ve ahlaki normlarımızın radarından çıkar. İnsan severliğin sınırları, maalesef bozulmaya çok müsaittir. Bu bozulma metaforunu memleketimizde cereyan etmekte olan göç tartışmaları üzerinden okuyacak olursak, göçmenlerle ilgili toplumsal hissiyatımızın nasıl bitimsiz bir türbülans içinde çalkalandığını daha iyi anlarız. Suriye savaşının başladığı yıllarda meydana gelen hareketlilikler her ne kadar politik amaçlara ve uluslararası ilişkilerin veya çıkarların karmaşık yapısı etrafında biçimlenen tercihlere doğrudan bağlı olsa da, Suriyelilerin memleketimize kitlesel göçünü mümkün kılan şey daha işin başında, kamusal söylemin insan severlik ilkesi etrafında inşa edilmesiydi. Fakat, misafirperver, savaştan, zulümden kaçan savunmasız insanlara kucak açan hümanist toplum miti göç süreci veya misafirlik uzadıkça, ya da göçün yarattığı çeşitli komplikasyonlar git gide daha yakıcı biçimde görünür olmaya başladıkça çöktü. Bu yakın örnek bize yabancının, gittiği yerdekilerin insan severliğinin ölçülerine, sınırlarına veya ömrüne göre değil, evrensel konuk severlik hukukunun normlarına göre muamele görmesinin ne denli hayati bir şey olduğunu anlatmaktadır. Bauman’ın ifade ettiği şekliyle; bir yabancının dostça karşılanma hakkına sahip olmasını garanti altına alacak evrensel bir norma ihtiyacımız var. İnsan severlik, belki Üç Defin hikayesinde olduğu gibi ölümün acısını bir parçacık sağaltmaya yarayabilir, ya da bizim 19 defnimizde olduğu gibi üzüntüyü bir süreliğine kamusallaştırabilir, ama bu yeterli midir? Asıl, konukluğu bir hak olarak evrensel normlar silsilesine derin kazıyabilirsek, belli belirsiz umut kırıntılarının peşinden yollara düşenlere, kimsenin insafına veya vicdanına muhtaç olmadan yaşayabilme, hayatta kalabilme fırsatı vermiş olmaz mıyız?
Ara Özet
Suriyelilerin memleketimize kitlesel göçünü mümkün kılan şey kamusal söylemin işin başında büyük ölçüde insan severlik ilkesi etrafında inşa edilmesiydi. Fakat, misafirperver, savaştan / zulümden kaçan savunmasız insanlara kucak açan hümanist toplum miti göç süreci veya misafirlik uzadıkça, ya da göçün yarattığı çeşitli komplikasyonlar git gide daha yakıcı biçimde görünür olmaya başladıkça çöktü.