Tuğçe Küçük
BANA OYUNCAĞINI SÖYLE, SANA ÇOCUĞUNUN KİM OLACAĞINI SÖYLEYEYİM
Oyuncağın tarihi ile insanlığın tarihi el ele yürür, medeniyetler gelişip değiştikçe oyuncaklar da değişir, evrilir. Öyleyse oyuncak müzeleri de uygarlığın dününü, bugününü, yarınını masalsı bir anlatımla sunan hafızasıdır. Oyuncak müzeleri, yetişkinler için onları çocukluklarına götüren bir hatıra odası, çocuklar için farklı oyuncakların olduğu bir dünyayken diğer bir perspektiften de uygarlık tarihinin gelişiminin görsel bir sunumudur…
Oyuncaklar egemen ideolojilerin yeniden üretilme araçları olarak önem taşıyor. Kapitalist dünya iktidarlarının belirlediği çerçevede kurgulanarak çocukların kimlikleri üzerinde yadsınamaz rol oynayan oyuncaklar dolayımıyla ataerkillik, cinsiyetçilik, militarizm, yeniden üretiliyor ve nesiller arasında aktarılıyor.
Oyuncakların dünya üzerindeki yolculuğu insanlık tarihi ile birlikte başlar. Her kültürün kendine has özelliklerini içinde barındıran oyuncaklar, çocukları toplumlarının uyumlu bir parçası olmaya hazırlarken uygarlıkların tarih boyunca gösterdiği gelişimi, dönüşümü de üzerlerinde taşır.
Oyunun ve aracı olan oyuncağın işlevinin önemli ölçüde çocuğu yetişkinlik rollerine hazırlamak olduğu göz önüne alındığında oyuncağın, çocuğun yaşadığı coğrafyaya, toplumun kültürel özelliklerine, teknolojik gelişmelere dair ipuçlarını içinde barındırdığı sonucuna da varılabilir. Gerçek dünyanın içindeki toplumsal cinsiyet rolleri, militarizm, ırkçılık, ‘normal’ olanın ne olduğu algısı, oyuncaklar aracılığıyla çocukların hayatlarına eklemlenir.
Küçük bir kapitalist dünya yaratan oyuncakların arasında gerçekten de hayatın içinden akla gelecek her şeyin küçüğü vardır. Geleceğin robotlarının oyuncakları, güzellik algısına dair fikir veren bebekler, kız çocuklarını annelik rolüne hazırlayan bebekler, erkek çocuklara gücü, yönetmeyi erken yaşta öğreten son model arabalar, silahlar, askerler… Bütün bunlar çocuklara yetişkinlerin hayatını minimal olarak sunarken aslında hem birer kültür geçmişi haritası gibi hem de çocukları bir sistemin, bir ideolojinin öznesi olmaya hazırlayan oyun nesneleri gibi okunabilir.
İşte bu pencereden bakıldığında oyuncak müzeleri de kültürlerin hafızalarıdır. Onlar, yetişkinleri çocukluklarına götüren bir hatıra odası, çocuklar için farklı oyuncakların olduğu bir dünyayken, diğer bir perspektiften de uygarlık tarihlerinin gelişiminin görsel bir sunumudur.
Egemen ideolojileri yeniden üreten araç: Oyuncak
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Oyuncak Müzesi’ni ziyaret ettim. Müzede, yukarıda bahsetmeye çalıştığım, oyuncağın çocuğu yetişkinliğe hazırladığı argümanına dair örneklerle karşılaştım. Bunlardan bir tanesi Almanya’nın 1933 yılında piyasaya sürdüğü Nazi askerlerinin oyuncaklarıydı. Müzede bu oyuncak için şöyle yazılmıştı:
“I. Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle başlamamıştır. Savaş üstü kapalı da olsa 1933 yılında başlamıştır, çünkü o tarihte Adolf Hitler çocuklara oyuncak askerler dağıtmış ve o zamanlarda savaşı sevdirdiği çocukları 1939’da başlayan savaşta cepheye göndermiştir.”
Bu oyuncaklarla oynayan, savaşı, silahı ‘oyun’ şeklinde öğrenen çocuklar büyüdüklerinde Nazi askerleri oldular, çocukluk oyunlarında öldükleri, öldürdükleri gibi…
Bir diğer örneği de müzenin etkileyici tasarımıyla dikkat çeken uzay odasından vermek istiyorum. Uzay odasında, uzay oyuncaklarının ilk defa 1920’lerde Amerika tarafından yapıldığı göze çarpıyor. Müzenin kurucusu Sunay Akın’ın da deyişiyle Amerikalılar 1920’li yıllarda çocuklarının hayallerine uzayı yerleştirdiler ve uzay gemileriyle oynayan bu çocuklar büyüdüklerinde NASA’daydılar.
Aslında bu iki örnek de anlatıyor ki oyuncaklar egemen ideolojilerin yeniden üretilme araçları olarak önem taşıyor. Kapitalist dünya iktidarlarının belirlediği çerçevede kurgulanarak çocukların kimlikleri üzerinde yadsınamaz rol oynayan oyuncaklar dolayımıyla ataerkillik, cinsiyetçilik, militarizm, yeniden üretiliyor ve nesiller arasında aktarılıyor.
Çocukları erken yaşta cinsiyet rollerine, toplumdaki rollerine hazırlayan oyuncaklar, onları kapitalist sistemin içindeki sonu gelmeyen tüketim kültürünün de içine alıyor. Böylelikle tektipleşen insanın inşası erken yaşta başlıyor, ağaç yaşken eğiliyor!...
Bütün bu tartışmaları yanımıza alarak düşündüğümüzde bizi insanlık tarihinde şairane bir gezintiye çıkaran Oyuncak Müzesi de aslında çocukların önüne oynaması için konan nesnelerin, uygarlıkların tarihini ve geleceğini yansıttığını anlatıyor. Müzedeki oyuncaklarda modadan mimariye, sanayi devriminden uzayın fethine kadar aslında bütün uygarlığın tarihi masalsı bir anlatımla sergileniyor.
Demokrasinin geleceği müzelerdir!
Oyuncak müzesini dolaşırken müzenin kurucusu Sunay Akın ile karşılaştım ve sohbet etme fırsatı buldum. Tarihi bir köşkte sergilenen oyuncakların her birinin kendine ait öyküsü olduğunu tahmin edebiliyordum, ancak en azından birini bizimle paylaşmasını rica ettim kendisinden… O da bana Lilli’nin hikayesini anlattı.
Almanya’nın ünlü Bild Gazetesinde yer alan çizgi roman kahramanı genç bir kızmış Lilli. Bu çizgi roman kahramanının oyuncağı Lilli de 1955 yılında yapılmış ve ardından da 1959’da Amerika oyuncağı görüp haklarını alıp boyunu uzatarak günümüzün de tartışmalı güzellik algısı problemini nesneleştiren oyuncak olan Barbie’yi yapmış. Akın, Barbie’nin ilk oyuncaklarını müzeye koymuş ama başta elinde Lilli yokmuş, o da Lilli’nin peşine düşmeye karar vermiş. Almanya’da kadın bir koleksiyonerde bulmuş Lilli’yi. Bebeğin sahibi bu satışta mutsuz, gönülsüzmüş. Akın, “bebeğin sahibi maddiyata sıkıştığından satıyor o an onu anlıyorum” diyor. Bebeği almış tam kapıdan çıkacakken kadın hüngür hüngür ağlamaya başlamış ve ondan ayrılamayacağını söylemiş. Akın da bebeği sahibine iade ederek ondan alabileceği başka oyuncaklara bakmış. Sonraları başka koleksiyonerlerden bulup almış almış Lilli’yi ve bu bebeğin sahibi ile aralarında geçen samimi diyolog sayesinde de ona farklı koleksiyonerlerin kapıları açılmış.
Bu hikâye üzerinden köşkün odalarını süsleyen o antika oyuncakları gönüllere girmedikçe toplayamayacağını anlattı Sunay Akın.
“Oyuncak Müzeleri bizim gibi müzecilikte geri kalmış, geri bırakılmış bir toplumda, insanları müzeyle tanıştıran bir kurum bu yüzden çok önemli” diyen Akın şunu da ekliyor: “Buraya anneler babalar çocuklarını getirdiklerini sanıyorlar ancak içeride çocukları, buraya gelen anne babanın çocukluklarıyla tanışıp arkadaş oluyor.”
Sunay Akın’ın hayali çocuk tarihi, oyun, oyuncak, masal müzelerinin çoğalmasıymış. Bu doğrultuda onun şu sözlerine katılmamak mümkün mü:
“Müzeleri çoğaltırsak bilgi toplumu oluruz. O zaman farklı düşünceler bir arada var olabilir, dolayısıyla demokrasinin geleceği müzelerdir.”