Tayfun Atay
‘Baba’ ile ‘Büyükbaba’yı kucaklaştıran Başkan
Muhafazakârlık, muhafaza etmeye değer yeni bir şeyler yapmak-yaratmaktır ve bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, evrensel insanlık mirasının simgesi bir Rönesans ressamının 15’inci yüzyıl İstanbul’unda misafir olmasının ardından yaptığı veya yaptırdığı, Fatih’i yüzyıllardır yeryüzünde Doğu’dan Batı’ya capcanlı kılmış bir eseri köken aldığı coğrafyaya taşıyan girişimi… Asıl ve “çağdaş muhafazakârlık” budur!..
Yazı okunduğunda toplumsal cinsiyet bağlamında, daha doğrusu “cinsiyetçi dil kullanımı” kaydıyla getirilebilecek eleştirileri baştan karşılamak üzere öncelikle başlığımdaki “eril vurgu” nedeniyle mazur görülmeyi diliyorum! Ortadoğu, İslam ve elbette Türkiye tarihçiliğinin abide isimlerinden Prof. Bernard Lewis’in “Modern Türkiye’nin Doğuşu” (The Emergence of Modern Turkey) adlı kitabındaki metaforik ifadelerinin kurbanıyım!..
Yarım asrı aşkın zaman önce yayımlanmış kitabında Prof. Lewis, bu toprakların Cumhuriyet deneyimine denk gelen yakın tarihi ile onu önceleyen Osmanlı dönemi arasında bir dizi radikal reform girişimi sonucunda kültürel yörünge itibarıyla ortaya çıkan değişimlere değindikten sonra, gelecekte muhtemel bir kültürel cepheleşmeye ilişkin çarpıcı ve o ölçüde de “iyimser ve ümitvar” şöyle bir değerlendirmede bulunur:
“Türkler, pratik sağduyuları ve yaratıcı güçleriyle, hem babalarının özgürlük ve ilerleme yolunu hem de büyükbabalarının Allah yolunu herhangi bir çatışmaya düşmeksizin takip edebilmelerini sağlayacak şekilde İslam ile modernizm arasında başarılı bir uzlaşmaya varabilirler.”
“Baba” ile “Büyükbaba”yı kapıştıranlar
Bernard Lewis’in “Baba” ve “Büyükbaba” metaforları (mecazları) ile, sırasıyla Türkiye’nin laik-Cumhuriyet geçmişiyle onu önceleyen Osmanlı-İslam geçmişini kastettiğine kuşku yok. Büyük tarihçi, adeta bugünleri görürcesine Türkiye’de bir kültürel cepheleşme, şu aralar daha revaçta tabirle kutuplaşmanın keskin şekilde kendisini gösterebileceğini 1960’ların sonunda kaydetmekte.
Ama aynı zamanda bu toprakların tarihsel, siyasal, kültürel deneyim ve birikimine güvenle, bu cepheleşme/kutuplaşmanın bir şekilde uzlaşma ile aşılabileceği kanaatinde olduğunu da belirtiyor.
Türkiye on yıllardır Prof. Lewis’in altını çizdiği “kültürel uzlaşma”nın önünü açacak, formülünü üretecek, yöntemini işlerliğe sokacak siyasi aklı aramakta. Ne yazık ki kitabın yazıldığı 1960’lar sonunda da benim kitapla buluştuğum 1980’ler başında da sonrasında da bugün de hep “Baba” ile “Büyükbaba” arasında kucaklaşmaya değil kapıştırmaya dönük siyasetler hayatımıza hâkim oldu.
Söz gelimi denilebilir ki kitabın yazıldığı yıllarda bu topraklarda uzak geçmişe, yani “Büyükbaba”nın yoluna duygu ve düşünce olarak daha yakın olanların kendilerini rahatsız ve hoşnutsuz hissettikleri bir siyasi-bürokratik iklim mevcuttu.
Sonra köprülerin altından çok su aktı ve şimdi AKP devri iktidarında bu defa bu toprakların yakın dönem Cumhuriyet deneyimine duygu, düşünce ve “kültür” (yaşam biçimi) itibarıyla bağlı olanların kendilerini rahatsız ve baskı altında hissettikleri bir siyasi-bürokratik iklim havaya hâkim…
AKP dinbazlığı, varlık ve iktidarını toplumun bir kesimini, sözünü ettiğimiz kültürel cepheleşme doğrultusunda diğer kesimi üzerine kinle kışkırtarak, böylece diğer kesimi dehşete boğup paralize ederek sürdürmeyi strateji haline getirmiş durumda. Elbette karşısına aldığı, dehşete boğarak suskunlaştırmaya-hareketsizleştirmeye çalıştığı kesim de buna direnmeyi tüm tehdit ve yıldırmalara karşın sürdürmekte.
İşte bu noktada, son 20 yıldır “Baba” ile “Büyükbaba”nın ha bire öne sürülüp araçsallaştırıldığı bir sürekli gerilim ve çatışma ortamında huzursuz, mutsuz, kaygılı bir hayata mahkûm olmuş durumdayız.
İstanbul’un “İkinci Fatih”i…
Yukarıdaki satırlar, geçtiğimiz pazartesi günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanlık Binası’ndaki tanıtım programı davetinde Rönesans Avrupa’sının büyük ressamı Gentile Bellini’nin Venedik’teki atölyesinden çıkma Fatih Sultan Mehmet tablosunu Türkiye’ye kazandıran “Şehremîni” Ekrem İmamoğlu’nu dinlerken zihnimde gezinen düşüncelerden bir demet…
Başkan İmamoğlu, Londra’da Christie’s Müzayede Evi’nde açık artırmaya çıkarılacak olan tablodan kendisine söz edip İBB olarak sürece dâhil olup olmama konusunda değerlendirmesini soranlara “Hiç durmayın” dediğini belirtiyor ve o açık artırma sürecinden bazı detayları paylaşıyor. Kendisi için Fatih’in de Kanuni’nin de çocukluğundan, okul yıllarından itibaren son derece anlamlı simge isimler olduğunun altını çiziyor. Sığ, kaba ve itici bir şovenizme hiç mi hiç savrulmaksızın, yerli-millî olanla evrensel-beynelmilel olanı buluşturan bir yaklaşım sergileyerek İstanbul’la Bellini’yi, Fatih’le Rönesans’ı etkileşimsel çerçevede değerlendiren sözler sarf ediyor.
Ve nihayet diyor ki (mealen): “Biz Başkanlık binamızdaki bu Fatih tablosu ve sergisini yarın [6 Ekim] İstanbulluların ziyaretine açıyoruz; çünkü 6 Ekim, İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümü ve bunun bir anlamda İstanbul’un ‘İkinci Fatih’i sayılması gereken Atatürk’ü de hatırlamak, saygıyla yâd etmek açısından çok sembolik önemde olduğunu düşünüyoruz.”
Bernad Lewis, “Evet, işte bu” derdi!..
Ekrem İmamoğlu, yıllardır bazı ağızlarda alenen ve en galiz ifadelerle, bazı ağızlarda ise örtük-imalı ifadelerle (mesela “İki sarhoş” lafzını hatırlayın!) karşı karşıya getirilen tarihsel simgeleri; figürler, olgular, kesitleri; Fatih ile Atatürk’ü, Osmanlı ile Cumhuriyet’i, uzak geçmişimizle yakın geçmişimizi buluşturuyor.
“Baba” ile “Büyükbaba”yı kucaklaştırıyor.
On yıllardır süren ama son 20 yılda bir dinbaz iktidar marifeti ile daha keskin ve şiddetli şekilde işlerlikte olan kültürel cepheleşme ve kutuplaşmayı uzlaşma ve “melezleşme”ye dönüştürmeye yönelik bir stratejiye imza atıyor.
Ne denilebilir?!.. Herhalde iki yıl önce aramızdan ayrılmış Bernard Lewis sağ ve bu olup bitene tanık olsa, “Evet, işte bu!” derdi.
Sözde muhafazakâr, özde “karşı-muhafazakâr” AKP
Türkiye’de sol ve sosyal demokrat siyasetin muhafazakârlıkla yıldızı hiç mi hiç barışık olmadı. Muhafazakârlık bu çevrelerde genelleyici, toptancı ve üstünkörü bir anlayışla kestirmeden değişme ve yenilik karşıtlığı, daha amiyane deyişlerle yobazlık, gericilik, örümcek-kafalılık, vb. olarak olumsuzlana geldi hep. Sonuçta da muhafazakârlık Türkiye’de hızlı sosyal-kültürel değişmeden tedirgin ve kaygılı kitlelerin tepkilerini on yıllar boyu kendisine siyasi-ticari rant sağlama yolunda istismar eden oluşumların, kurumların ve partilerin tekelinde kaldı.
Bugün de kendisini “muhafazakâr” olarak tasnif ve takdim eden, ama işin aslına bakılacak okursa, muhafazakârlıkla ne ölçüde ilişkilenebileceği dahi tartışmaya açık bir dinbaz ve kindar siyaset erbabı var ortada, daha doğrusu iktidarda.
“Mekânı (toprağı, dağı-taşı, ormanı) metalaştırma”ya dayalı ruhsuz bir inşaat kapitalizmine bekasını bağlamış; bu doğrultuda maziyi bugüne ve geleceğe ilişik kılacak tarihi eserlere de kültür ve tabiat varlıklarına da kayıtsız; hiç mi hiç onları “muhafaza etme” gibi bir derdi olmayan; bu nedenle muhafazakârlıkla değil “karşı-muhafazakârlık”la nitelendirilmesi gereken bir siyaset esnafı bu.
“Çağdaş muhafazakâr” İmamoğlu
Bir modern ideoloji olarak, özlüce “süreklilik içinde değişme”den yana olmak şeklinde karakterize edilebilecek muhafazakârlık, değişmeye reddiye, geçmişe takılıp kalma yahut geçmişi ihya etmeye girişmek değildir.
Yakın geçmişte olup bitenlerin intikamını alma yolunda bugünü bir topluma zehir etmek hiç değildir.
Osmanlı yüceltisi, fetih fetişizmi, Fatih kültleştirmesi yapma yolunda, yakın tarihin bir siyasi tasarrufu olarak barışçıl motivasyonla ve insanlığın ortak manevi mirasını işaret etmeye dönük bir sembolleştirme hedefiyle müze yapılmış, ama zaten bir bölümü yıllardır ibadete açık Ayasofya’yı topyekûn camiye çevirmek de muhafazakârlık değildir. Bu, yazımızın başındaki Bernard Lewis mecazlarına referansla, “Baba” ile “Büyükbaba”yı hâlâ kapıştırmaya dönük, rövanşist, dolayısıyla yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı bir girişimdir.
Çağdışı bir dinbazlığı “muhafazakârlık” diye satan iktidar karşısında Ekrem İmamoğlu, sosyal-demokrat bir siyasi anlayış ve duruş içerisinden “çağdaş bir muhafazakârlık” örneği sergileyerek karşımızda burada. Ve anlaşılmaktadır ki bu ülkede muhafazakârlık artık ne bu dinbaz iktidar sahiplerine ne de onların dümen suyundakilere bırakılamayacak kadar hassas ve ciddi bir mevzu…
İslamî olanla “İnsanî” olanın buluşması
Sonuç olarak İBB Başkanı, hanidir ihtiyaç duyduğumuz kutuplaşmalar-üstü bir yörüngede toplumun bütününü tarihsel-kültürel-kimliksel bir kucaklaşmaya davet noktasında çok anlamlı ve değerli bir sembolik adım daha atmış bulunmakta.
Belediye’nin Başkanlık Binası’nda gayet mütevazı ama son derece özenli ve titiz hazırlanmış Sergi Salonu’ndaki Fatih Portresi’ni gidin-görün. Osmanlı İstanbul’u ile Rönesans Avrupa’sının, yerli ve millî olanla evrensel ve beynelmilel olanın, İslamî olanla “İnsanî” olanın nasıl buluştuğunu, kavuştuğunu, sarmaş-dolaş olduğunu fark edin, duyumsayın.
Ve de düşünün, sorun, tartışın: Marifet, zaten eliniz ve hükmünüz altındaki Ayasofya’yı bir dinbaz gövde gösterisinden öteye gitmeyecek şekilde, yakın geçmişinizle, yani kendi kendinizle kavgaya girişip zıtlaşma ve kutuplaşmaları körükleme pahasına camiye çevirmek midir?
Yoksa marifet, göstergesi size/tarihinize ait, göstereni ise insanî-evrensel kültür mirasının parçası olan bir eseri uygar ve çağdaş ölçütlere uyarlı bir girişimle ülkenize, toplumunuza, milletinize kazandırmak mıdır?..
(KAYNAKLAR: Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Oxford, 1968; Tayfun Atay, “Gelenekçilikle Karşı-Gelenekçiliğin Gelgitinde Türk ‘Gelenek-çi’ Muhafazakârlığı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce - Cilt 5: Muhafazakârlık içinde, İletişim, 2003.)