Süreyya Su
Aşkı ve Özgürlüğü Bir Bağdaştırma Denemesi
Sartre’ın önerdiği açık ilişki, Avrupa’daki aşk kültürü bağlamında değerlendirince pek devrimci bir model sayılmaz. Çünkü metres kurumunun olduğu bir kültürde çoklu ilişkiler hep yaşanmıştır, ama erkekler tarafından. Sartre sadece Stoacı etiği tersyüz etmiştir. Stoacı etiğin tekeşliliğe erkekleri ikna etmek için eşitlik ilkesi gereğince kadınların da çokeşli olabileceğini, ama bunu istemeyeceklerine göre erkeklerin de tekeşli olması gerektiğini savunmasına karşı, Sartre erkeklerin çok eşli olmaya hakkı olduğu gibi kadınların da olduğunu savunmuştur. Ama bu görüş, feminist bir hak olarak değil, çokeşlilikten vazgeçmeyen bir erkeğin kadınlara armağanı olarak savunulmaktadır.
Bir aşk ilişkisinde her zaman bir bağ vardır; bu bağ hem iki insan arasındaki gönül bağıdır, hem sadakat bağıdır, hem ayak bağıdır, hem esaret bağıdır. Aşk ve özgürlük pek birbiriyle bağdaşmaz; aşk, âşık ve mâşuk arasındaki gibi bir bağımlılık ilişkisi değil, özgür bireyler arasında bir bağlılık ilişkisi olsa bile mutlak bir özgürlüğü dışlar. Sonuçta sevgililer ne kadar birbirlerinin özgürlüğünü kısıtlamasa bile, aralarındaki bağlılığı kutsallaştırarak, kendilerini birbirlerine zorunlu kılarlar ve hayatlarındaki olumsallığın bedelini başkalarına ödetirler. Bu yüzden özgürlüğün bedelini hep başkaları öder. Tıpkı Sartre ve Beauvoir arasındaki aşk gibi. Sadakat değil, özgürlük üzerine kurulmuş bir aşktı onlarınki ve bu yüzden onlar hiçbir zaman bir çift olmadılar; ancak ayrılmaz bir ikili oldular.
Sartre ve Beauvoir’ın yolları ilk kez Sorbonne Üniversitesi koridorlarında kesişir. İkisi de felsefe agregasyonu (yeterlilik) sınavına hazırlanmaktaydılar. Birbirlerini fark etmişlerdi, tanışmak için bir arkadaş grubu toplantısında fırsat buldular. Sartre, Beauvoir’a ilgisini artırdı, ona çıkma teklifi etti. Beauvoir da ondan hoşlanıyordu ama ilk buluşmaya kız kardeşini gönderdi. Bir işi çıktığı için özrünü iletmesini istiyordu. O akşam Sartre kardeşiyle biraz sohbet eder, onu sinemaya götürür. Kardeşi eve geldiğinde Sartre’ı nasıl bulduğunu sorar Beauvoir. Kardeşi sıkıcı bulmuştur ama Beauvoir onunla çıkmaya başlar. Sartre çirkindir ama hem zeki hem de sohbeti güzeldir. İkisi de evliliğe sıcak bakmamaktadır. Beauvoir, Sartre’a güzelliğiyle olduğu kadar entelektüelliğiyle de çekici gelmektedir.
Karışık bir aşk ilişkisi
Agregasyon sınavında Sartre birinci, Beauvoir ikinci olur. Aslında birincilik Beauvoir’ın hakkıdır ama kadın olduğu için alabileceği en iyi derece ikinciliktir. Daha çıkmaya başlayalı birkaç ay olmuşken Sartre askere çağrılır. Giderken bir bağlılık sözleşmesi önerir. Birbirlerine bağlı kalacaklardır ama bu bağlılık bir yandan “olumsal aşklar” yaşamayı engellemeyecektir. Her zaman birbirleri için olacaklar ama birbirlerini özgür bırakacaklardır.[1]
Beauvoir, Sartre askerdeyken taşrada öğretmenliğe başlar. Okulda Olga adlı bir öğrencisiyle dostluk kurar. Sartre’ın yokluğunda onunla biseksüel ilişkisi yaşar. Sartre da döndükten sonra taşrada öğretmen olur. İlişkileri karmaşık bir hal almıştır. Sartre’ın liseden bir öğrencisi Olga’yla çıkar, nişanlı gibidirler, ama Beauvoir Olga’nın bu liseli sevgilisiyle gizli bir aşk yaşamaktadır. Sartre da Olga’nın kız kardeşi ile çıkmaktadır.
Sartre daha genç yaşta ünlü bir yazar olmuştu. Ün, kadınları çekiyordu. O da etrafı kadınlarla çevrili olmaktan büyük keyif alıyordu. Beauvoir bu duruma alışmıştı. Diğer kadınları kendine rakip olarak görmüyordu. Gerçekten Sartre’ın çıktığı kadınların hiçbiri entelektüel düzeyde onunla yarışabilecek nitelikte değildi. Sartre için sadece gönül eğlencesiydiler ve Beauvoir da onları hep geçici birer heves olarak gördü. Beauvoir da Sartre’ın öğrencisi genç ve yakışıklı Bost’la tutkulu bir aşk yaşıyordu. İlişkileri on yıl sürdü. Beauvoir, büyük yapıtı İkinci Cins’i ona ithaf etti. Sartre başka kadınlarla çıktığında, Simone teselliyi hep Bost’ta buluyordu.[2] Bu durum Sartre’ın da işine geliyordu, Beauvoir’ı mutsuz görüp kendini suçlu hissetmesinden iyiydi.
Beauvoir ile Sartre arasındaki ilişki bir “bağımlılık ilişkisi” değil, “bir bağlılık ilişkisi”ydi ve bunun böyle olmasını Sartre istemişti. Çünkü Sartre, özgürlüğünden taviz vermek istemeyen, hayatında karşısına çıkabilecek aşk tesadüflerine her an hazır olan, başka kadınlarla ilişkilerinden vazgeçmeyen birisiydi. Beauvoir bu durumu haklı bulup onaylamaz aslında, hatta onu geleneksel erkeklik durumuyla ilişkilendirir. Bu erkeklik durumu, hayatında her zaman kendisini bekleyen, yeni aşk maceralarından sonra geri dönebileceği ve bıraktığı yerde bulabileceği bir kadın olmasını ister. Ataerkillik bunu evlilik kurumuyla sağlamıştır. Sartre’ın farkı, bu durumu sorgulaması, evliliği dışlaması ve çokeşliliği Beauvoir’a önermesidir. İlişkilerinin başında kendisinden başka kimseyi arzulamayan genç bir kadına açık bir ilişkiyi baştan dayatmıştır.[3]
Çokeşliliğin modern biçimi
Sartre’ın önerdiği açık ilişki, Avrupa’daki aşk kültürü bağlamında değerlendirince pek devrimci bir model sayılmaz. Çünkü metres kurumunun olduğu bir kültürde çoklu ilişkiler hep yaşanmıştır, ama erkekler tarafından. Sartre sadece Stoacı etiği tersyüz etmiştir. Stoacı etiğin tekeşliliğe erkekleri ikna etmek için eşitlik ilkesi gereğince kadınların da çokeşli olabileceğini, ama bunu istemeyeceklerine göre erkeklerin de tekeşli olması gerektiğini savunmasına karşı, Sartre erkeklerin çok eşli olmaya hakkı olduğu gibi kadınların da olduğunu savunmuştur. Ama bu görüş, feminist bir hak olarak değil, çokeşlilikten vazgeçmeyen bir erkeğin kadınlara armağanı olarak savunulmaktadır.
Simone de Beauvoir birinci dalga feminist hareket içinde eşitlik talebini güçlü bir biçimde dile getiren bir düşünür olarak öne çıkar. Kadının ev içiyle ve işleriyle sınırlı özne/tâbi olma halini aşmasından sonra içine girdiği kamusal alanda ve hayatta kadın da erkek gibi sevebilecektir. Halbuki evlilikle sınırlı olarak aşk, kadının tüm arzularından vazgeçmesidir ve onu bir bağımlılık ilişkisi içine sokar. Eşitlik içindeki aşkta taraflardan hiçbiri diğeri için kendi özgür varoluşundan vazgeçmez. Özgürlüğe dayalı aşk, kadının eşitliğe inanmasını ve gerçekten de erkeğe eşit olmasını gerektirir. Bu durumda taraflar kendilerini sadakat uğruna sınırlamak ve kısıtlamak zorunda hissetmeyecektir.
Beauvoir’a göre kendisi için varlıklar olarak eşit bireylerin aşkı bir bağımlılık ilişkisi olamaz, onlar geleneksel sadakat kurallarından azade ve özgürce birbirlerine bağlanırlar. Kadının özgürlüğüne kavuşması için onun ev kadını kimliğini reddetmesi ve erkeğe bağımlı olmaktan kurtulması gerekir. Kadın, ev kadını ve anne olarak bedensel varlığına sabitlenmiş olarak içkinliğe mahkûmdur. Kadın, içkinlikten çıkıp aşkınlığa, yani kamusal alana çıktıkça özgürleşecek ve aşk onun için bir adanma olmaktan çıkıp hayatın akışı içinde tesadüflerin meydana getirdiği bir olaya dönüşecektir.
Beauvoir’ın aşk acıları
Beauvoir hayatında iki kere aşk acısı yaşamıştır. Birisi Sartre yüzünden, diğeri Sartre’dan sonra en tutkulu ikinci aşkı tarafından…
Sartre Savaş’ın hemen ertesinde bir dizi söyleşi yapmak için ABD’ye gitmiştir. Orada çok büyük ilgi görür; özellikle de kadınlardan. Bu ufak tefek, çirkin adamın tuhaf bir cazibesi vardır. Eğlenceli ve güzel şakalar yapan, sohbeti hoş birisidir. Özellikle bir genç kadın Sartre’ın dikkatini çeker. Esmer, ufak tefek bu kadının adı Dolores’tir. Birkaç akşam çıktıktan sonra Sartre ona âşık olur ve uzun yıllar sürecek tutkulu bir ilişkiye başlarlar. Beauvoir, Sartre’ın özlemle dönmesini beklerken acı veren bir mektup alır. Sartre New York’ta bir süre daha kalacaktır; çünkü ciddi, eksiksiz bir aşkla başka bir kadını sevmektedir. O kadınla kendini tam bir birlik içinde hissettiğini yazmaktadır. Üstelik Beauvoir’la Paris’te yapmadığı şeyi, New York’ta onunla yapmıştır. Dolores’in evine yerleşmiştir.
Beauvoir, aşk acısıyla baş edebilmek için kendini yazıya verir. Sartre dönene kadar, yeni bir roman yazar; Başkalarının Kanı. Sartre’ın dönmesi onda bir sevinç yaratmaz, çünkü Dolores’in adını o âna kadar tanık olmadığı bir heyecan ve neşeyle anmaktadır Sartre. Bundan böyle her yıl iki ayı ABD’de onunla geçireceğini söyler.
Beauvoir, Sartre’ı Paris’te başka sevgililerle paylaşmaya alışmıştır, ama bu durum başkadır. Beauvoir, bir gün içine kemiren kuşkuya dayanamayarak Sartre’a en çok kimi sevdiğini sorar. Sartre, “Dolores’i aşırı derecede seviyorum, ama sizinleyim” der. Beauvoir’ın nefesi kesilir. Evet, sonuçta yanına dönmektedir, ama bu kendini avutması için yeterli midir? Beauvoir gibi zeki bir kadın için hayır. Sartre, aslında Beauvoir’a değil, Paris’e dönmektedir; çünkü ABD’de yazarlık kariyerini sürdüremez, büyük bir yazar olamaz.
Sartre’ın açık ilişkisi gittikçe müstehcen ve utanmaz bir hal almıştı; dürüstlük adına Beauvoir’a saygısızca davranıyor ve özgürlüğünü bencilliğe vardıracak denli ileri gidiyordu. Öyle ki yayına hazırlanış sürecinde Beauvoir’ın Sartre’dan daha çok emeği geçmesine rağmen Les Temps Modern dergisinin ilk sayısını Dolores’e ithaf edecek denli nankör ve aşağılayıcı bir harekette bulundu.
Sartre’ın gidişinden iki yıl sonra Beauvoir da ABD’ye gitti; 1947’de Varoluşçuluk üzerine seminer ve konferanslar vermek için o da davet edildi. Beauvoir da orada tanıştığı yazar Nelson Algren’le tutkulu bir aşka yelken açtı. Aslında bu aşka onu Sartre itti. Beauvoir, ABD’de işlerini bitirip dönecekken, onun yokluğunda Paris’te Dolores’i misafir eden Sartre, sevgilisinin biraz daha kalmak istediğini, o yüzden ABD seyahatini biraz daha uzatmasını istedi. Bunun üzerine Beauvoir da Algren’i arayıp, kendisini bir misafir olarak değil, arkadaş olarak kabul etmesini istedi. Algren’le ilişkilerini derinleşti, Algren dönmeyip yanında kalmasını istedi ama Beauvoir yine de Sartre’a olan bağlılığını koparmadı ve Algren’in teklifini reddederek Paris’e döndü. Algren, Beauvoir’ın Sartre’la arasındaki bağı anlamasa da anlayış gösteriyordu. Simone aynı yılın sonbaharında Algren’e geri gitti. Ertesi yıl Algren Fransa’ya geldi. Tutkulu bir ilişki yaşıyorlardı. Algren sürekli olarak Beauvoir’ın Sartre’ı bırakıp kendisine bağlanmasını istiyordu. Beauvoir, Algren’in isteğini kabul etmese de ilişkisini sürdürmeye çalıştı. Beauvoir için de Sartre için de kırmızıçizgi, birbirlerine verdikleri bağlılık sözüydü. Hiçbir aşk onların birbirlerine bağlılık sözünü bozduramamıştır. Zorunlu bir aşktı onlarınki, biraz Katolik nikâhına benzeyen bir bağlılık ilişkisi olarak Varoluşçu aşkı beraber kurup sonuna kadar ayakta tutmayı başarmışlardır. Sartre ve Beauvoir ilişkisi bir daha tekrarlanamayacak biricik bir modeldir.
Nihayet, Algren Beauvoir’dan ayrılma kararı aldı. Beauvoir ikinci aşk acısını yaşadı, Paris’e dönüş yolculuğu boyunca ağladı ama bu karar onu rahatlatmıştı. Artık Sartre’a daha çok zaman ayırabilecekti.
Beauvoir’ın ikinci baharı
Beauvoir bir yandan da kırklı yaşların sendromunu yaşıyordu. Hayattan zevk almayı seven Beauvoir kendini genç hissetmek istiyordu. Les Temps Modern’deki genç ve yakışıklı iş arkadaşı Claude Lanzmann’la yeni bir ilişkiye başladı. Lanzmann, Beauvoir’a taşındı, kendisinden on yedi yaş küçük sevgilisiyle Beauvoir gençliğin tadını çıkardı. İlk arabasını bu dönemde aldı. Bu ilişki önceki ilişkileri gibiydi. Sartre, sevgilisi, Beauvoir ve Lanzmann beraber tatile çıkarlar, gezerler. İkisinin de hayatında sadece bir kere bağlılıklarını bozma talebi olan rakip sevgililer olmuştur, diğerleri gönül eğlendirmelerdi.
Sartre da Dolores’in evlenme ısrarı sonucu ilişkisini bitirmiş, Beauvoir’a kaçmıştı. Tek bir yaşam biçimi biliyordu Sartre: çoğul bir yaşam. Her sevgilisinin belli zaman dilimleri vardı ve Dolores’ten başka hiçbiri, onun dünyasından kovulma korkusuyla bunu sorgulamaya cesaret edememişti. Sartre sevgililerine hayatına girmenin, gözdeleri arasında olmanın mutluluğunu kabul etmekten başka bir saadet tanımıyordu. Dolores’ten uzaklaşmak isteyen Sartre, Beauvoir’a tatile çıkmayı ve tekrar eskisi gibi ikili bir varoluşa dönmeyi teklif etti. Artık yaşlılığa doğru adım atan iki kişi daha çok birbirlerine, edebiyata ve aktivizme zaman ayırarak aralarındaki bağlılığı ölene kadar sürdürdüler.
Sorunsuz aşk yoktur
Beauvoir şöyle demişti: “Eğer Sartre ile sözleşmem ölene kadar sürdüyse, bu bedelini başkalarının ödediği kayıplar ve kavgalarla mümkün olmuştur.” Ama aslında sadece başkaları acı çekmedi. O da acı çekti. Çünkü Beauvoir geçici maceralar yerine aşk ilişkilerini tercih ediyordu. Beauvoir, cinselliği yalnızca sevginin bir parçası olarak görüyordu, aşksız arzu onun için bir tür tecavüzdü. Beauvoir, cinsellikle ilgili düşüncelerini, kendisine Goncourt Ödülü kazandıran Mandarinler’de yarattığı karakter aracılığıyla ifade eder.
Beauvoir ve Sartre arasındaki “açık ilişki” altmışlı yılların cinsel özgürleşme hareketine de bir model oldu. Ama bu model görüldüğü gibi acıdan, kıskançlıktan, rekabetten, duygusal şiddetten pek uzak değildir. Onların ilişkisi zamanın ruhunun marjinal bir tecessümü olarak aşkın tarihinde özel bir yere sahiptir.
[1] Jacques Deguy, Simone de Beauvoir: Özgürlüğü Yazmak, YKY, s. 20
[2] Claudine Monteil, Özgürlük Âşıkları, Can, s. 70
[3] Zeynep Direk, “Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Etiği”, s. 40