Süreyya Su
Algılamak Yorumlamaktır
Beş duyumuzla elde ettiğimiz verilerden oluşturduğumuz imajlarla dış dünyayı nesnel bir şekilde temsil eden gerçekçi bir sanat yapabilir miyiz? Descartes, duyularımızla güvenilir veriler elde edip kesin bilgiye ulaşamayacağımızı felsefî şüphe yöntemiyle ispat etmişti.
Duyularımız bizi yanıltabilir. Bu yüzden duyularımızla şeylerin doğru bilgisini veya hakikatini bilemeyeceğimiz gibi temsilini de üretemeyiz. Duyularımızla elde ettiğimiz verilerle sadece hayal edebilir ya da gerçekliğin yalnızca eşkalini çıkartabiliriz. Dolayısıyla görmek, koklamak, tatmak, duymak ve dokunmakla algıladığımız şeyler gerçek değil, aksine sadece imajlardır. Tıpkı bir görgü tanığının bir şüphelinin tarifini anlattığı gibi, gözlerimiz algıladığını beyne anlatır, beyin de verilere göre bir şekil çizer ve boşlukları doldurduktan sonra gözlere şekli gösterir ve gözler de gördüğünün o temsile benzediğini onaylar. Görme böyle bir süreçte gerçekleşir.
Duyulardan elde edilen verilerin bilgi olmaktan çok sezgi olduğunu kavrayan düşünür ve sanatçılar genellikle mistik bir anlayışa yönelirler. Bu mistik anlayış illa dinî olmak zorunda değildir ama felsefîdir. Algılamak kişinin dış ve iç dünyasına dair yaşadığı öznel bir deneyim ve özdüşünüm sürecidir. Örneğin Charles Baudelaire doğaya baktığında şeylerin birbirleri arasında olan ilişkilerini ve bu ilişkilerdeki sırları görür. Onun evrensel armoni ya da ahenk ilkesi Leibniz’in önceden tesis edilmiş uyum ilkesine benzer. Evrendeki her şey birbiriyle uyum içindedir. Renkler, kokular ve sesler bütünlüklü bir sanat yapıtı olarak yaratılışı tecellî ettirmek üzere iç içe geçerler. Bu ahenk Baudelaire’i ilahî güzellik fikrine götürür. Şair duyumları imgelere dönüştürürken hakikat dilde tecelli eder.*
Böylece hakikat, dilde vücuda gelir ve dil varlığın evi olur. İmajlar dilin içinde ete kemiğe bürünüp şekil alırken şeyleşir ve fiziksel gerçeklik haline gelir. Dolayısıyla algıyı üreten duyum değil, zihindir. Her şey dilde ve beyinde olup biter, dünya sözcüklerden ve sinir hücrelerinden ibarettir. Nitekim şeyleri duyu organlarıyla algılarız ve o algılar beyinde işlenerek anlamlı birer bütün haline gelir. Bir şeyin veya bir olayın bilgisi ve anlamı beyinde ve dilde üretilir.
Dünya bir görüntüdür
Ama duyu organlarının her şeyi neyseler öyle algılayan; “objektif”, yani hem nesnel hem de bir kameranın kaydettiği gibi olduğunu sandığımız için, dışımızdaki dünyanın ve hakikatin bize kendilerini oldukları gibi sunduğunu veya onları oldukları gibi algıladığımızı sanırız. Ancak dışımızdaki dünya gördüğümüz değildir, sadece yanılsamadır; yani bir yorumdur.
Dış dünyanın gerçekliği, onu seyretmek için baktığımızda optik bir süreçte toplanan ve nörolojik bir süreçte işlenip şekillenen bir görüntüdür. Dolayısıyla her görme bireyseldir, tekil bir deneyimdir. Başka deyişle her gözün görme biçimi birbirinden farklıdır.
Algının uzlaşımsal özelliğinden dolayı duyuların maddî olduğunu düşünürüz. Ama aslında gündelik dış dünya deneyimlerimiz hep bir aldanmadan ibarettir. Çünkü felsefî olarak dış dünya denen çevremiz duyularımızla algıladığımız olgulardan oluşmaz. Her görüntü atom ve moleküllerin beynimizi bir takım fizyolojik mekanizmalarla uyarması sonucu ortaya çıkan birer bilinç fenomenidir. Öyleyse kişisel deneyimlerimiz olan bilinç fenomenleri gerçek dış dünyada yer alan maddî gerçeklikler değil, beynimizin faaliyetleriyle oluşan ve bir tuvaldeki rengarenk fırça tuşlarına benzeyen birer sûrettir.
Bizim gerçek olarak algıladığımız şeyler beynimizin bilmediğimiz belli bir faaliyetiyle bilincimizde adeta “holografik” görüntü şeklinde canlanır. Dolayısıyla gördüklerimiz gerçek dünyada değil, bu dünyayı temsil eden holografik bir uzamdadır. Gündelik deneyimimizde, gerçekte neyseler öyle oldukları gibi gördüğümüzü sandığımız şeylerin bilincimizde değil, dış dünyada oldukları yanılsamasına kanarız. Sanatın da illüzyonun da sanal gerçekliğin de basitçe açıklaması budur.
Bu bağlamda sadece renk, koku ve ses gibi duyumlar değil, gündelik hayatımızda maddî gerçeklik sandığımız dış dünyanın tümü bilincimizin bir üretimidir. Nörolojik yeni keşifler ışığında görüyoruz ki dış dünyada ne sesler, ne kokular, ne renkler, ne sıcaklık, ne soğukluk, ne de tatlar vardır. Bütün bunlar, psikiyatrist Saffet Murat Tura’nın belirttiği gibi, dış dünyadaki fiziksel olaylar tarafından uyarılan beynin oluşturduğu fenomenlerdir. Buna rağmen, gerçek dış dünyanın bilincimizdeki fenomenlere benzediğinden emin olamasak da her bilinç fenomenlerinin birbirine benzediğine dair nedenini bilmediğimiz şekilde bir uzlaşı vardır. İnsanın duyularıyla elde ettiği genel izlenimler öznel olsa da ortak bir ufukta benzeşir.
Algılamak içsel bir deneyimdir
Saffet Murat Tura, Histerik Bilinç adlı kitabında duyularımızın dış dünyayı olduğu gibi temsil etmediğini, insanın duyularıyla elde ettiği izlenimleri bir iç yaşantı olarak tecrübe ettiğini şöyle anlatıyor:
“Biz dış dünyanın ta kendisini doğrudan ve olduğu gibi değil, sadece kendi bilincimizin içeriği olan fenomenler aracılığıyla temsilî olarak algılıyoruz aslında. Şimdi dış dünyayı inceleyin isterseniz; etrafa bakın, sesleri dinleyin, kendi vücudunuza dokunun; doğrudan yaşantınız olan her şey bizzat gerçek dış dünya ve bedeniniz değil, bunların kendi fenomenal bilincinizdeki fenomenal temsilinden ibarettir. Tanışık olduğunuz uzam ve bedeniniz, görüntüler, renkler, sesler, kokular, sıcaklık ya da soğukluk hissi dış dünyaya ait özellikler değil, kendi bilincinizin fenomenleridir.” (s. 32)
Elbette bu durum dış dünya hakkında bilgi sahibi olamayacağımız anlamına gelmiyor, ama kesin ve mutlak doğru bir bilgiye de sahip olamayacağımız anlamına geliyor. Dış dünyayla ilgili sahip olabileceğimiz tek gerçeklik yorumumuzdan başka bir şey değildir. Eğer dış dünya duyularımıza geldiği gibi değilse, bir şeyi algıladığımızda, duyu organlarımızın ve beynimizin işleyişinin bir sonucu olarak oluşan bir iç deneyimi tecrübe ediyoruz demektir. Çünkü beynimiz bir fotoğraf makinesi değildir; bir ressamdır. Dolayısıyla algılamak bir resim yapmaktır. Ama ortaya çıkan resim, ressamın neyi gördüğünü değil, nasıl gördüğünü temsil eder. Cézanne’ın resimde bize gösterdiği hakikat budur.
Dış dünyada olanlar ile iç dünyada tecrübe edilenler arasındaki bu ayrım, sanat ile dış dünya arasındaki ayrımın sandığımızdan daha keskin olduğunu ispat eder.
Özetlemek gerekirse, gerçeklik ile duyularımız arasındaki ilişki zayıftır. Platon’un belirttiği gibi, sanatın gerçeklikle olan bağlantısı bu yüzden daha da zayıftır. Dış dünya bize doğrudan gelmediği için, duyularımızla algıladığımız bu dünyayı olduğu gibi sanatta temsil edemeyiz. Ama sanat bizim kendi gerçekliğimiz üzerine düşünmemizi sağlayabilir. Hatta sanat bunun için bize bilimden daha çok imkânlar sunabilir.
*Ahmet Soysal, Mistik Taç, Monokl Yayınları