Tayfun Atay
Al işte Âl-i Osman!
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” nidalarıyla ha bire yâd edilen sınır boylarındaki akıncılar ne kadar Osmanlı ise şehzadelerin boynuna kementleri dolayan sarayın dilsiz cellatları da Osmanlı… Fatih ne kadar Osmanlı’ysa, onun Kanunnamesi mucibince analarının memelerinden sökülüp alınarak “bî-cürm-ü-günah” halde boyunları çıtır çıtır kırılan bebek şehzadeler de cariye analarının karnında denizin dibini boylamış cenin şehzadeler de Osmanlı!..
“Nâsiyemdê kâtib-î kudret ne yazdî bîlmedüm
Âh kim bû gülşen-î âlemde hergiz gülmedüm”
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın açılışı sonrası yaptığı değerlendirme konuşmasında, hatırlayanlar olacaktır, her zaman olduğu gibi yine Osmanlı’ya vurgu yaptı; “Fatih’ler… Yavuz’lar… Kanuni’ler…” girizgâhıyla…
“Fatih-Yavuz-Kanuni” ve bir de aslında hiç zannedildiği gibi atılgan değil, alabildiğine edilgen bir eforla işlerlikte tuttuğu Panislamizm (İttihad-ı İslam) siyasetiyle maruf “Cennetmekân Abdülhamid-i Sâni Hazretleri”. Yani, 600 küsur yıllık ve 36 padişahtan mürekkep bir imparatorluktan övünçle söz ederken minör mü minör mahiyette ha bire oyuna sürülen “3+1” taktiği…
600 yıllık “karasal çiftçi imparatorluğu”nun sadece 15’nci yüzyıl ortalarından 16’ncı yüzyılın ikinci yarısına kadar olan ve bir de 19’uncu yüzyılın son çeyreğine tekabül eden Sultan Abdülhamid dönemini, üstelik bunların kafalarına göre övünülecek yanlarını cımbızla çekercesine öne çıkarıp “Osmanlıcı” oluyorlar. Hedef de “Osmanlı’nın yolundan çıkmış” Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından bu tercihin hesabını sormak.
“Muhteşem Yüzyıl sendromu”
İyi ama bırakın 600 küsur yıllık tarihi, o öne çıkardıkları “3+1”lik kesitte bile övünülecek olduğu kadar, belki çok daha fazla dövünülecek işler, hadiseler, karakterler yok mu?..
Elbette var ve zaten bu yüzden kendilerince kışkırtıcı olmuş Muhteşem Yüzyıl (TİMS Production) dizisine de “gıcık” olmadılar mı oldular. Meydanlarda, “Ecdadımızı yanlış tanıtıyorlar” diyerek diziye karşı kitleleri galeyana getirdiler.
Hâlbuki dizinin en az eleştirilecek, belki eleştiriye tâbi dahi tutulmayacak yanı varsa bu, tarihsel verilere uyarlılık konusundaki titizlik ve hassasiyetti.
Aslında esas sorun da buydu. Muhteşem Yüzyıl’a “ecdadı yanlış tanıttığı” için değil, onların kafasına göre yanlı tanıtmadığı için “gıcık olundu”.
Çünkü biz dizide kendi buyruğu ile idam edilmiş Şehzade Mustafa sarayın dilsiz cellatları elinde can çekişirken yan odada “muhteşem mi muhteşem” şekilde Kanuni’yi oğlunun çırpınışını dinlerken seyrettik.
Çünkü biz dizide Kanuni’nin muvafakatiyle bir oğlu Selim’in diğer oğlu Bayezid’i üstelik oğulları (kendisinin de torunları) ile birlikte nasıl da “muhteşem” şekilde katlettiğini seyrettik.
Çünkü biz dizide artık iyice yaşlanıp çökmüş Kanuni’yi, öldürttüğü büyük oğlu Şehzade Mustafa’nın annesi Mahidevran Sultan’ın sarf ettiği “Evlat katili” sözlerine alabildiğine “muhteşem” şekilde muhatap olurken seyrettik.
Dizinin fazlası yok
eksiği var!
Evlât katili Muhteşem Süleyman!.. Evet, diziden böylesine acı bir tablo sergilediği için rahatsız olundu.
Peki, bu tablo gerçeği yansıtmıyor muydu?..
Hayır, köküne kadar gerçeğin ta kendisiydi ve üstelik de fazlası yok eksiği vardı.
Fazlasını, diziyi bırakıp güvenilir tarih kaynakları üzerinden paylaşıma açalım!..
Türkçü-milliyetçi tarihçiliğimizin seçkin siması İsmail Hâmi Danişmend, altı ciltlik abide eseri İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nin ikinci cildinde Şehzade Mustafa’nın idamı hadisesini aktarmaya şöyle başlıyor:
“Konya-Ereğlisi civarındaki ‘Ak-öyük’ yahut ‘Ak-tepe’ mevkiinde birbirine yakın noktalara kurulmuş iki ordugâhın ikisinde de sabahtan itibaren neş’eli bir faaliyet başlamıştır: Kanuni Sultan Süleyman’ın büyük oğlu ve orduyla halkın müşterek sevgilisi Şehzade Mustafa parlak merâsimle babasının elini öpmeye getirilecektir” (2. Cilt, s. 283-284).
Bu “neş’eli faaliyet” bakın nasıl son buluyor:
“Koltuklarına giren ve etrafında halka teşkil eden vüzera [vezirler] ile devlet erkanının ortasında babasının otağına doğru ağır ağır ilerledikçe hiçbir şeyden haberdar olmayan askerin samimi dualarıyla alkışlanan Sultan Mustafa, bilhassa Garp menbâlarında [kaynaklarında] verilen tafsilata göre vüzerayı kapuda bırakıp yalnız başına içeri girdiği zaman ortalıkta babasından eser olmadığını hayretle görmüş ve bu sırada üzerine yedi dilsiz saldırmıştır! Bu dilsizlerin vaktiyle Topkapu sarayında Vezir-i-a’zam Makbûl İbrahim Paşa’yı boğan dilsizler olduğu rivayet edilir. Çok güçlü kuvvetli bir bünyesi olan zavallı şehzade Mustafa bir taraftan babasını imdâda çağırırken bir taraftan da dilsizlerle şiddetli bir mücadeleye girişmiş ve nihayet ‘Zal Mahmud’ isminde bir canavar kollarından tutup boğulmasına yardım etmiştir” (2. Cilt, s. 284).
Hem evlat hem de torun katili bir “muhteşem” padişah
Danişmend, bunlar olurken Sultan Süleyman’la diğer iki oğlu Şehzade Selim ve Cihangir’in nerede bulunduklarının kesin bilinmediğini belirtmekle beraber yine de bazı olasılıkları zikreder: Garp menbâlarına göre padişah, aynı çadırın içinde ipekli perdenin arkasındadır ve mücadele kızıştığında cellatları teşvik için perde aralığından başını uzatıp “Çabuk olun” demiştir (üstteki tasviri gravüre bkz.). Peçevî tarihinde Şehzade’nin babasına sığınmak istediğinden bahsedilir. Müneccim-başı’ya göre ise Kanuni otağındadır ve hatta Şehzade Mustafa durumu anlayıp babasına hücum etmiş ve işte o anda Zal Mahmud “güreşçilik fenninde mahir [yetenekli] olmağla Sultan Mustafa’nın üzerine pertâb idüp [atılıp]” onu yıkmış ve bağlamıştır.
Daha vahimi var:
“Osmanlı menbâlarında meskût [sessiz-suskun] geçildiği halde Garp menbâlarına akseden bir rivayete göre Sultan Mustafa’nın Bursa veyahut Amasya’da bulunan küçük yaştaki oğlu da dedesinin emriyle anasının kucağından alınıp boğularak idâm edilmiştir! Tabii bu suretle de müstakbel bir kan davasının önü alınmış demektir!” (Cilt 2, s. 285; alıntıdaki ünlemler de Danişmend’e aittir).
Dedik ya, dizide fazlası yok eksiği var diye!.. Sadece “evlat katili” değil “torun katili” demek de gerekiyormuş şu bizim “Muhteşem”e…
Hürrem’in “saray partisi”
Kanuni’nin bir diğer oğlu, hassas ruhlu Cihangir de en büyük ağabeyinin korkunç ölümü karşısında derin hüzne kapılmış ve aynı akıbete uğrayacağını düşünerek buhranlar içinde hastalanıp aynı yıl (1553) ölmüş ve geriye Bayezid ile Selim’den başkası kalmamıştır.
Kalmamıştır ama aynı minval üzere “muhteşem” hadiseler devam ede gelmiştir!.. Ve olanlar, bir bakıma Şehzade Mustafa’nın başına gelenlerin rövanşı olarak da değerlendirilebilir ya da isterseniz Mustafa’nın âhı Bayezid’den çıkmıştır diyebilirsiniz! Yine “Kronoloji”nin aynı cildinde Danişmend’in aktardıklarını özetleyecek olursak:
“Oğullarının içinde en fazla sevdiği Bayezid’e tarafdar [ve] Kanuni üzerinde en müessir [etkili] şahsiyet olan Hürrem Sultan’la beraber kızı Mihrimâh Sultan ve dâmâdı Vezir-i-a’zam Rüstem Paşa da şehzade Bayezid lehine elbirliği etmişlerdir; şehzade Mustafa’nın idâmı işte bu saray partisinin Bayezid lehine kurmuş olduğu bir cinayettir. (…) Fakat Hürrem Sultan 1558 = 985 tarihinde vefat ettiği için saray partisi artık reisini kaybetmiş ve tabii eski kuvvet ve tesiri kalmamıştır; fazla olarak Kanuni’nin Bayezid’den ziyade Selim’e mütemayil [eğilimli] olduğu hakkında da bir rivayet vardır” (2. Cilt, s. 309).
Burada es verelim ve Muhteşem Yüzyıl dizisinde Hürrem’in karakterizasyonunu abartılı bulup kitleleri diziyi linçe davet edenlerin, İsmail Hâmi Danişmend’in bu değerlendirmeleri karşısında ne yapabileceklerini merak ettiğimizi kaydedelim!..
arı Selim, kardeşinin nasıl “işini bitürdü”?
Sonuçta, yine Danişmend tarafından, “içki ve eğlence düşkünü, sefih, âtıl, bâtıl bir tip” olarak betimlenen Konya valisi Selim’le “münevver ve ateş gibi prens, adeta Yavuz Sultan Selim’in kahraman ruhuna varis” denilen Amasya valisi Bayezid, “birbirine karşı iki düşman hükümdar vaziyetine geçmiş demektir!” (2. Cilt, s. 309-310)
Bu noktada ortaya korkunç bir başka şahsiyet çıkar: Hem “şehzade Bayezid’in maiyyetinde bulunup onun teveccühünü kazanmış”, hem de sonrasında kendisinden çekinen Vezir-i-a’zam Damat Rüstem Paşa tarafından Selim’in lalalığına tayin edilmiş (ki bu tasarrufuyla Rüstem Paşa da bir bakıma kendi kuyusunu kazmıştır) Kara Mustafa Paşa’nın kurnaz, iki yüzlü, hile-desise yüklü işleri doğrultusunda Sultan Süleyman “küçük oğlu Bayezid’in kendisine karşı da cephe alıp emirlerine itaat etmek istemediğine hükmetmiş”, böylece tarih yazılmıştır: İki kardeş karşı karşıya gelmiş, Bayezid başta üstünlük kursa da Süleyman’ın Selim’den yana ağırlık koyup harekete geçme emareleri göstermesi ile tutunamamış ve İran’a Şah Tahmasb’a sığınmıştır.
Tahmasb başlangıçta “başına altın, inci, firuze, yâkut vesaire dolu otuz tabak ‘saçu’ saçılmış” Bayezid’i sonra hapsetti, ardından da Selim’in cellatlarına para için sattı. “Kronoloji böyle kaydedip devam ediyor: “Ali Ağa denilen soysuz da Kanuni Sultan Süleyman’ın, kollarından sımsıkı tutularak getirilen kahraman oğlunun derhal işini bitürmüşdür!” (2. Cilt, s. 326).
Ana kucağından alınıp boğulan bebek şehzade
Tarihe Kanuni’den sonra padişah “Selim-i Sani”, yani II. Selim olarak geçecek nam-ı diğer “Sarhoş Selim”, sadece kardeşi Bayezid’in mi “işini bitürmüşdür”, elbette hayır:
“Bayezid’in Orhan, Abdullah, Mehmet, Mahmud ve Osman isimlerinde beş oğlu vardır; bunların ilk dördü babalarıyla beraber İran’da şehid edilmiş ve üç yaşlarında bulunduğu rivayet edilen en küçük oğlu Osman da babasının İran’a firarı üzerine Amasya’dan nakledilmiş olduğu Bursa’da anasının kucağından alınarak boğulmuştur!” (2. Cilt, s. 326-327).
Danişmend’in verdiği bu tafsilatlı malumatı Muhteşem Yüzyıl dizisinde de tasviri mahiyette karşımızda bulmuştuk. Ancak tarihçinin Şehzade Bayezid’in katline ilişkin şu yorumu, yine dizide olanın fazlası yok eksiği var dedirtecek vasıfta karşımıza çıkmakta:
“İşte bu feci cinayet sâyesinde Kanuni’nin sarhoşluğu, sefâhatı ve bilhassa devlet işlerine alâkasızlığıyla meşhur olan büyük oğlu ‘Sarı’ yahut ‘Sarhoş’ Selim Osmanlı tahtının yegâne varisi ve rakipsiz veliahdi olarak kalmıştır: Bu vaziyetin gerek Kanuni için, gerek Osmanlı tarihi için hayırlı bir netice sayılması kabil değildir. Sultan Süleyman’ın yarım asra yakın bir zaman saltanat sürmesi en kıymetli oğullarının birer entrikaya kurban olarak hayat sahnesinden silinmeleri ve nihayet en sefih oğlunun da yegâne varis olarak kalmasıyla neticelenmiştir! Hatta sarayında kadınlar saltanatını kurup en sevgili oğlu olan şehzade Bayezid’in veliahdliğini temin için zavallı şehzade Mustafa’nın idamına sebep olan Hürrem-Haseki’nin 1558=965 tarihinde ölüp Selim taraftarlarına meydanın boş kalmış olması bile netice itibarıyla bir felaket olmuş ve bu haris kadının hayatı kadar ölümü de devlete zarar vermiştir” (2. Cilt, s. 327).
Kardeş katlinde rekor, III. Mehmet’te…
Saltanatı iki kardeşi ve 5 yeğeninin kanlarına mal olmuş Selim’in yaptığı da karşılıksız kalmamış, İstanbul’un “Fatih”i Sultan Mehmet’ten çıkış bulan “Kanunname” Selim’in oğulları üzerinde de “bağlayıcı olmuştur”. II. Selim’in Ayasofya’daki türbesi, o öldüğü zaman tahta geçen büyük oğlu III. Murad tarafından derhal katledilen diğer beş oğlunun mezarları ile de süslüdür!.. Ancak bu bilgiler için Danişmend “Kronolojisi”nin 3. Cildine bakmak ve bizim “3+1 Osmanlıcılığı”nın hiç mi hiç görmeye, bakmaya, okumaya tahammül edemedikleri koskoca bir 17’nci yüzyıla sıçramak gerekecektir.
- Cilt, babasının ölümünün ardından beş kardeşini “Nizam-ı Âlem” için katledip onun yanına gömen ve tarihe adını kadın düşkünlüğü ile yazdıran III. Murad’la ve şu bilgilerle açılır: “Menkûhaları [nikahlı eşi] Mehmed Han validesi Safiyye Hatun’dan maada [ayrı olarak] kırk nefer cariyesi olup, bunlardan yüz otuz nefer evlatları olmuş ve bunlardan on dokuz erkek ve yirmi altı kız bâki kalmıştır” (Danişmend, Müneccim-başı’ndan aktarmakta; 3. Cilt, s. 2).
Ama şehzade katlinde esas “patlama”, Murad’ın “menkûhası” Safiyye’de olma oğlu Mehmet’in “III. Mehmet” olarak tahta çıkmasıyla vuku bulur ve bakın cariyelerden olup da bâki kalan o 19 şehzadenin başına neler gelir:
“Tabii bu 19 şehzadenin mevcudiyeti, Fatih devrindenberi tatbik edilmekte olan ‘Kanun-nâme-i Âl-i-Osman’ın saltanat kavgalarını önlemek için ‘Nizâm-ı âlem’ maddesine mugayirdir! İşte bundan dolayı ancak dördü yetişkin olduğu halde hepsi saray dilsizlerine boğdurularak idam ettirilmiştir (…) dilsizler o feci işlerini ‘bî-cürm-ü-günah’ [suçsuz-günahsız] şehzadelerle, analarının vaveylaları içinde yapıp bitirmişlerdir! Yetişkin şehzadelerin mukavemet edip cellatlarıyla boğuşdukları rivayet edilir. (…) Şeyh-ül-İslam Bostan-zade Mehmed Efendi sırayla her birinin cenaze namazını kıldırmış ve ondan sonra saraydan çıkarılan bu ‘Nizam-ı âlem’ kurbanları cümle alemin feryad ve figanları içinde bir gün evvel defnedilen babaları Üçüncü Murad’ın ayak ucunda hazırlanan 19 mezara defnedilmişlerdir” (3. Cilt, s. 143-144).
Daha beterine, kalbiniz dayanabilecekse hazırlıklı olun:
“Bilhassa Garp menbâlarında ikinci bir faciadan daha bahsedilir: Hammer’e göre idam edilen şehzadelerin yetişkinlerinden ikisinin cariyelerinden yedisi gebe olduğu için denize atılarak karınlarındaki hanedan çocuklarıyla beraber izale edilmişlerdir! De la Croix’in rivayetine göre de Üçüncü Murad’ın odalıklarından on cariyenin gebeliklerinden şüphe edildiği için denize atılmışlardır!” (3. Cilt, s. 144).
Sadece Osmanlı’ya mı özgü, hayır da…
Dahası var tabii ki ama siz değilse ben, artık yeter diyorum!..
Elbette bunlar sadece Osmanlı’da mı oldu; Doğu’dan Batı’ya bütün imparatorluklarda, krallıklarda, hanedan devletlerinde aynı feci ve yürek kaldırmaz vahamet yok muydu da Osmanlı’ya bu kadar yükleniyorsun diye sorulabilir.
Vardı tabii ama o hanedanların, krallıkların, imparatorlukların hüküm sürdüğü coğrafyalarda bugün onları yüceltip “Royalist” bir itki ile mesela “Bourbonculuk”, “Stuartçılık”, “Tudorculuk”, “Habsburgculuk”, “Romanovculuk” taslayan, böyle takılan siyasiler, muktedirler yok.
Ama n’aparsınız, bizde var Osmanlıcılar ve işte Osmanlıcılık… Tabii dediğimiz gibi, “3+1” ölçeğinde!..
Dilsiz cellatlar da Osmanlı!..
Hâlbuki Kanuni ne kadar Osmanlı ise onun oğlu olan ve kardeşiyle yeğenlerinin kanıyla yıkanıp tahta çıkmış Sarhoş Selim de o kadar Osmanlı.
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” nidalarıyla ha bire yâd edilen sınır boylarındaki akıncılar ne kadar Osmanlı ise şehzadelerin boynuna kementleri veya kerpeten gibi kollarını dolayan sarayın dilsiz cellatları da Osmanlı.
Ve Fatih ne kadar Osmanlı’ysa, onun Kanunnamesi mucibince analarının memelerinden sökülüp alınarak “bî-cürm-ü-günah” halde boyunları çıtır çıtır kırılan bebek şehzadeler de cariye analarının karnında denizin dibini boylamış cenin şehzadeler de Osmanlı!..
“Âh ki şu gül bahçede
hiç gülmedim!”
Osmanlı’yı böylesi bir “bütünlük” içinde cesaretle-yüreklice, kıvırmadan, sus-pus olmadan, “meskût” davranmadan sahiplenebiliyor musunuz, asıl mesele bu!..
Gelin o zaman, III. Mehmet tarafından katledilmiş 19 şehzadenin en büyüğü olan Mustafa’nın (diğer üç yetişkin kardeşi ile birlikte, padişah ağabeylerinin huzuruna çıkıp onu tebrik etmiş ve kendilerine dokunulmamasını istemişse de) mukadder akıbetini sezerek yazmış olduğu, orijinaline yazımızın girişinde yer verdiğimiz acı beytini günümüz Türkçesine çevirelim:
“Alnımda kudret kâtibi ne yazdı bilmedim
Âh ki bu âlemin gül bahçesinde hiç gülmedim”
İşte böyle… Çağlar sonrasında bugün kendi dinbaz ihtiras ve çıkarları doğrultusunda Osmanlı denen “gülşen-î âlem”e bakanlara davulun sesi uzaktan hoş gelirken, o “gül bahçesi”nde hiç gülmeden geçip gitmiş zavallı şehzadelerin kubbede bâki kalan sesini de biz duyurmuş olalım!..
Ve elbette sözü, daha önce aynı doğrultudaki bir başka yazımızda olduğu gibi bizim kuşağın “Şair-i Âzam”ına bırakarak noktalayalım:
“doğru değerlendirilmeli osmanlı
doğru değerlendirilmeli düvel
çıkarılan sonuçlar görülmeli herkesçe müşahhas”
(Murathan Mungan)