Süreyya Su
“Ada”: Başkalarının Olmadığı Yer
Başkası/başkaları olmadan ben, kendim de olamam. Deleuze’ün hep vurguladığı gibi başkaları, olanaklar yaratandır. Başka türlü düşünme, başka türlü inanma, başka türü yaşama, başka türlü toplum olanakları kendimize dönerek, kapanarak değil, başkasına ve başkalığa açılarak yaratılır. Başkasının olmadığı bir dünya bir çerçevenin ve zeminin olmadığı bir dünyadır. Dolayısıyla başkasının olmadığı bir dünya bilinebilir değildir. Çünkü algıyı mümkün kılan şey benlik değil, başkasıdır. Başkası, olanaklı bir dünyanın ifadesidir
Bizans’ta ikonalar VI. yüzyılın ortalarından itibaren dinî bir önem kazanmaya ve kiliselerde yer almaya başladı. Fakat yaklaşık iki yüzyıl sonra, 726-730 yılları civarında İmparatorluk tarafından ikonaları şirk sayan bir öğreti kabul edildi. Bu öğreti 780’e kadar resmî olarak geçerli kaldı; sonra 814’ten 842’ye kadar ikonalar yeniden kutsal hale geldi.
Bizans’ta, ikonakırıcılık denen, ikona karşıtı hareketin kökleri, Müslüman Araplara kadar gider. Özelde ikonalara karşı, genelde resme karşı olan tavır Müslüman Araplara özgü olmayıp, Ortadoğu’daki Sâmî halklarda ortak olarak görülür. Bizans’ta ikonakırıcılık, başkent Konstantinopolis’in 717’de Araplar tarafından kuşatılmasından sonra, İmparatorluğun bunalıma girdiği bir dönemde egemen oldu. Bizans bir duraklama ve çözülme devrine girdi; topraklarını kaybederek küçülmeye başladı. Diğer taraftan, yeni doğan bir dinin, İslam’ın orduları Filistin, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika’nın tümünü ele geçirdi. Bizans İmparatorluğu doğudan ve batıdan kuşatılmış gibiydi. Tüm bu kayıpların sonucunda Bizans iki yüzyıl süren “Karanlık Çağ”a girdi. İmparator ve çevresindekiler, yaşanan kötü olayların, Hıristiyanlığa putperest inançların sokulması nedeniyle Tanrı’nın verdiği cezalar olduğuna inanıyordu.
İkonakırıcılığın en ağır ve taviz verilmeden uygulandığı dönem, V. Konstantin’in tahtta olduğu zamandır (741-775). Sadık bir Ortodoks olan İmparatoriçe İrene’nin döneminde (780-802) ikonalara kısa bir süre yeniden saygı gösterilir. 813-843 yılları arası ise, ikinci ikonakırıcılık dönemidir.*
Yalan ve hakikat arasında
Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndaki, “Ada” ve “Tepe” adlı iki öyküde, bu tarihsel arka plan, yaşama, “doğru” bir yaşama kılavuzluk edecek değerler sorunu ekseninde işleniyor. Karasu bu sorunu politik veya toplumsal düzlemde değil, bireysel düzlemde düşünmeye ve tartışmaya açıyor. Bu bakımdan Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, gerek tarihsel, gerek dinsel ve gerek simgesel boyutları içinde ahlaki olan üzerine bir sorgulama yapıyor. Daha doğrusu, iki öyküde iki karakterin yaptığı sorgulamayı yansıtıyor.
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda anlatılan üç öyküdeki karakterler “yalan” ve “hakikat” arasında salınmaktadır. Kitaptaki ilk öykü olan “Ada”da, Bizans’ta ikonakırıcılık döneminde yaşanan baskı ve şiddet ortamı ile bir keşiş olan Andronikos’un inancını değiştirmek zorunda kalışı ve bu zorunluluktan kaçışı konu edilmektedir. Andronikos’a inancını değiştirmeyi kabul etmek kendine ve yaşantısına ihanet gibi gelmektedir.
“Yatsıdan sonra Andronikos, sorusunun orasını burasını kemirmeğe başlamıştı. Ama sabah kalktığı zaman, şu nokta iyice aydınlanmıştı gözünde: Yeni inancı, değişikliği kabul ederse, ömründe bir kez daha, söylenen, istenen, uyulması buyurulan, kendisini herkesle birleştiren, herkese bağlayan şeyi yapmış olacaktı. Olacaktı ama bugüne dek inanarak yaptığı şeye tamamıyla aykırı bir davranışa da zorlayacaktı kendini.” (s. 38)
“Ada”da Andronikos’a eşlik eden anlatıcıyı dinleriz; bu, Andronikos’un hem maddi dünyadaki duyumlarını, hem de manevi dünyadaki duygularını, düşüncelerini ve anılarını ifade eden bir anlatıcıdır. Ama bir dış ses gibi değil, iç ses gibidir; anlatıcı Andronikos’la bütünleşmiştir. Örneğin öykünün daha başlarında geçen şu sözler bu bütünlüğünü yansıtır:
“İnce bir yel ürpertiyor şimdi Andronikos’u; adadan getirdiği bir çam uğultusu ile, bir çam kokusu ile ürpertiyor onu. Ne zamandır böyle bir koku gelmemişti burnuna. Günlük kokusundan, bu gecenin balık, yosun, tuz kokusundan ayrı, yeni. Andronikos’un böyle yeniliklerle oyalanacak vakti yok oysa… Canı oyalanmak istiyor. Ama vakti yok.” (s. 11)
Andronikos, inancını tehdit eden bir yenilik, ikonaları yasaklayan buyruk yüzünden adaya kaçmıştır ve içini kaplayan duygu ve düşünceler yüzünden yeni olan hiçbir şeye tahammülü yoktur. Anlatıcı Andronikos ile, biz de anlatıcıyla yaşarız her şeyi; yürürüz, hatırlarız, canımız acır, korkarız, düşünürüz, sorgularız. Öyküde Andronikos’un olmadığı hiçbir yerde ve zamanda olmayız. Her şeyi Andronikos’un gözünden görürüz, bedeninden hissederiz.
“Avuçları daha çok kanamasın diye kürekleri, yola çıktığından bu yana kaçıncı kez (…) bırakıyor elinden. Ellerini suya batırıyor. Avuçları, sanki başkasının avuçları, kendinin değil; sızlıyor. Cızırdıyor gibi, kızgın yağ dolu bir tavaya su sıçramışçasına cızırdar gibi…” (s. 12)
Andronikos’un hatırladıklarıyla öyküde ara ara geçmişe gideriz; Andronikos’un çocukluğuna ve manastırda yaşadıklarına… Bu aralarda okur Andronikos’la beraber hatırlar. Hâtıraların ikisi Andronikos’un çocukluk dönemine aittir, biri iyi diğeri kötü deneyimlerle ilgili:
“Çocukluğunda, manastıra girmeden önceki yıllarda, surun önüne çıkıp mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girerken, yüzmesini iyi öğrenmişti. İyi biliyordu yüzmesini, dalmasını o zamanlar.” (s. 16)
“Çocukken, sokakların kuytu uçlarında, arsalarda, mezarlık kıyılarında işkence oyunlarını az mı oynamışlardı?
Bizans çocukları, savaş oyunu, eşkiya oyunu oynadıkları kadar, işkence oyunu da oynarlardı.” (s. 40)
İkonakırıcılığın şiddeti
Andronikos, yeni yasaya uymadığı takdirde başına gelecekleri düşündükçe ürperiyordu. İmparator buyruklarına karşı gelenlerin, dinî kararlara, inanç hakkındaki fermanlara uymayanların ölmeden önce itaatsizliklerinden dolayı en derinden pişmanlık duymaları için yapılan işkenceleri Andronikos çok iyi biliyordu. Korkudan inancını değiştirmek de ruhu üzerinde acı veren bir işkence olacaktı. Kaçmaktan başka çaresi yoktu.
Andronikos sadece kendi başına gelebilecekleri değil, ikonakırıcılık yüzünden Aya Sofya’daki mozaiklerin başına gelebilecekleri de üzülerek düşünür:
“Duvarları çırılçıplak, resimlerin yıllardan beri durduğu yerleri kirli bir aklık içinde, kiliseler gelmişti gözünün önüne. Kutsal Bilgelik adına kurulmuş, tavanları, kubbeleri, kemerleri, duvarları resim içinde, resimle kaplı, harca saplanmış ufak ufak taşlardan yapılı resimlerle kaplı koca kiliseyi, devletin en büyük, dünyanın en büyük kilisesini düşünmüştü. O resimler duvarlardan indirilemezdi. Onlar, olsa olsa, gene boyayla, badanayla, harçla kapatılır, örtülürdü.” ( s. 38-9)
Öyküde “uzun sürmüş bir gün” tüm anlarıyla anlatılır. Böylece anlatıcı, o kaçış gününün, yakalanma korkusuyla Andronikos’a nasıl hiç bitmeyecek gibi uzun geldiğini hissettirmeye çalışır. Bunun için önemsiz görünen bazı ayrıntıları öne çıkartır, uzun uzun işler, zamanın akışındaki tempoyu düşürür.
“Çamların orta yerinde, birkaç adım ötesinde bir karga duruyor. Parlak tüyleri bakır yalımı yansılı, genç, kara bir karga. Yan yan bakıyor Andronikos’a. Sekiyor. Andronikos ona doğru bir adım atıyor. Duruyor. Çöküyor yere. Ağır ağır, handiyse kıpırdamadan. Ürkütmek istemiyor onu. Karga vurup –vurmak elinden gelse bile- yiyecek değil. Bunda kararlı hiç değilse.” (s. 50)
Öyküde Bizans’ı ikonakırıcılığa, Andronikos’u da adaya kaçmağa sürükleyen nedenler şöyle anlatılır:
“Kısa bir süre önce Bizans’a gelen Doğu İlleri ileri gelenlerinin bu işte parmağı olduğu söyleniyordu. Doğuda, resimlere karşı yeniden harekete geçildiğini haber vermişlerdi deniyordu. İmparator, Araplara karşı Doğu ordularına güvenmek zorundaydı. Doğu orduları ise, bütün bütün resme karşıydı.
Ama Andronikos için, bütün bu gizli, açık nedenlerin hiç önemi yoktu… Andronikos için önemli olan, bu kararın yürürlüğe girdiği gün ne yapacağı, ne yapması gerektiğiydi.” (s. 28-9)
Zaten İmparator da Doğuluydu. Bu yüzden Doğu ordularıyla yakın ilişkisi vardı. Doğu orduları onu desteklemese tahtı çoktan elden giderdi. İktidarını koruması ve doğudaki düşmanlara karşı Bizans’ı savunabilmesi için Doğu ordularını ve kilise önderlerini memnun etmek zorundaydı. Yani bu karar İmparator için inançtan daha çok beka kaygısına dayanıyordu. Öyleyse Andronikos niye dirensindi? İmparatora bu yasayı çıkartma kararı aldıran korku, Andronikos’a da buyruğa uyma kararı için yeterli bir gerekçe olmaz mıydı?
Yalanla yaşamaktan kaçış
Andronikos manastırda karar vermesine engel olan çelişkilerle bir süre boğuşur. Nihayet, inancını değiştirmemeye karar verir. Bu kararının başına neler getireceği bellidir. En iyi ihtimalle “ikna” olana kadar zindana atılacaktır, ama zindana atılışının üzerinden iki gün geçmeden aforoz da edilebilir. Hatta ölüm cezası da verilebilir. O zaman hemen kaçmalıdır. Fakat bu karar yine de inancına olan güveninin yıkılmasına neden olur.
“İnancı uğruna zindana atılmağı bile göze alamayan adamın inandığı söylenebilir mi? O halde, gerçekte, inanmıyorum. O halde, yıllarca, bilmeden, farkına varmadan, yalan söyledim.” (s. 43)
Bu andan itibaren Andronikos bir nebze ferahlar; korkusunu yenemese de onu bastıracak bir gerekçe bulur. Andronikos’un eski inancını terk edip, yeni inancı kabul etmemesinin asıl nedeni sahip olduğu güçlü bir iman ya da inancına duyduğu sadakat değildir. Kendini yeniden kandırmağa, yeni bir yalana alıştırmağa tahammülü yoktur Andronikos’un.
“Yıllarca dilim alıştığı, aklım alıştığı için inandığımı sandığım şeylere, gerçekte inanmadığımı bugün anlıyor, bu inanç uğruna zindana atılmağı korkusuzca yüzleme gücünü kendimde bulamıyorsam, yeni bir şeye nasıl inanabilir, nasıl herkesle birlikte kendimi de bir kez daha aldatabilirim?” (s. 44)
Geçen yıllar boyunca, Andronikos bilinçsiz bir şekilde, farkında olmadan yalan söylemiş, kendini ve etrafını kandırmıştı. Şimdi bir daha mı yalan söyleseydi, kendine yeni bir yalan mı yaratsaydı? Hayır! Eski yalanını aydınlığa çıkardığı gün, yeni yalan söyleme olanaklarını da ortadan kaldırmalıydı. Bunun için kaçmalıydı. Kendini de başkalarını da aldatmayacağı, aldatmak zorunda kalmayacağı bir yere kaçmalıydı. Öyle bir yer ki kendisinden sadece inancını değiştirmesi değil, eski inancına göre yaşaması da istenmesin. Öyle bir yer ki olmak zorunda olduğu şeyi değil, bugüne dek olduğu şeyi de reddedebilsin.
Bu saiklerle, Andronikos adaya kaçarken, bir bakıma da yeni ve eski yasaları askıya alacağı, sürekli yalan üzerine bir yaşam kurmamak için kendi kişisel hakikatini ortaya çıkartacağı bir yeri keşfetmeye çıkmaktadır. Burada, D. H. Lawrence’ın Adaları Seven Adam** adlı öyküsüyle bir benzerlik kurulabilir. Andronikos’un kaçtığı ada, oraya götüren nedenlere göre bir ütopya olarak adlandırılabilir, ama tasarlanmamış bir ütopya, herhangi bir düzene tabi olmayan bir ütopya. Andronikos’un bütün yasalardan, dayatmalardan, zorlamalardan kaçtığı, ama kendi yasasını da yaratmayacağı, bir düzen kurmayacağı, sadece oraya ait olup, hiçleşeceği, üzerinde kendini tanımlayan simgeler ve adların olmayacağı bir ütopya.
Kendine dönmenin olanaksızlığı
Lawrence da Adaları Seven Adam’da, topluma yabancılaşmış modern insanın, mutluluğu kaçışta aramasını dile getirir. Ama bir yandan Lawrence öyküde, bir kaçış ütopyasının modern yaşamın insan bilincinde neden olduğu bunalımlara çözüm getiremeyeceğini gösterir. Lawrence’ın karakteri de herkesten uzaklaşmak ve kendi dünyasına kapanmak için bir adaya yerleşmek ister. Bu isteğini gerçekleştirir. Her taşındığında daha küçülen üç adada yaşamayı dener ama aradığı mutluluğu bulamaz. Sonunda insanın kendi kendine yetemeyeceği ortaya çıkar. Lawrence bu öyküde ada kavramını, insanın toplumdan kaçış özlemini ifade etmek için kullanır. Öyküdeki üç ada örneğinde adadaki dışa kapalılık, kendiyle sınırlanmışlık ve zamanın durağanlığı gibi özellikler karakterin bilinçdışı üzerinde gittikçe daha ağır basan olumsuz etkiler bırakır. Adaları seven adamın toplumla ilişkileri her adada biraz daha kopar, karşılaştığı her durumda kaçmaktan başka tepki göstermediği için gittiği adaların hiçbirinde özgürlüğü bulamaz, bilakis daha sıkışmışlık duygusu yaşar. Toplumsal bağlardan tamamen koptuğu ıssız bir adada kendiyle baş başa kaldığı zaman yaşamını anlamlı kılan bütün olanakları da yitirmiştir.
Başkası, başkaları olmadan ben, kendim de olamam. Deleuze’ün hep vurguladığı gibi, başkaları olanaklar yaratandır. Başka türlü düşünme, başka türlü inanma, başka türü yaşama, başka türlü toplum olanakları kendimize dönerek, kapanarak değil, başkasına ve başkalığa açılarak yaratılır. Michel Tournier, Cuma ya da Pasifik Arafı’ndaki Robinson karakteriyle başkasının olmadığı bir adada kendi başına olmanın sonuçlarını gösterir. Başkasının olmadığı bir dünya bir çerçevenin ve zeminin olmadığı bir dünyadır. Dolayısıyla başkasının olmadığı bir dünya bilinebilir değildir. Çünkü algıyı mümkün kılan şey benlik değil, başkasıdır. Deleuze’e göre, başkası olanaklı bir dünyanın ifadesidir.***
Andronikos, korkuyla adaya kaçmıştır ama orada kendiyle yüzleşmiştir, kendini bulmuş ama kendi hakikatinin ancak başkaları aracılığıyla açığa çıkabileceğini, bilinebileceğini kavramıştır. Andronikos inancı uğruna değil, ama hakikat uğruna kendi ölümüne karar vermiştir. Andronikos yasaya karşı direnişinde ve inancına dair sorgulamasında uzun sürmüş bir günü kendi iradesiyle bitirir. Andrinokos’un kararı yalanla yaşanamayacağı gibi, başkaları olmadan da yaşanamayacağı düşüncesine dayanır. Çünkü başkası olmadan olanak olmaz; onsuz ne hakikat aranabilir, ne dünya algılanabilir, ne de hayat anlamlandırılabilir.
*Cyril Mango, Bizans: Yeni Roma İmparatorluğu, çev: Gül Çağalı Güven, YKY
**D. H. Lawrence, Adaları Seven Adam, çev: Celal Üster, K Kitaplığı
***Gilles Deleuze, Anlamın Mantığı, çev: Hakan Yücefer, Norgunk