Haldun Solmaztürk
"Yeni devletin kurucu lideri, Ümmet’in Halifesi.!”
Saltanat kaldırılmış; Padişah ve ‘Halife’ Vahdettin İngilizlere sığınıp Malaya zırhlısıyla Malta’ya kaçınca Meclis (!) yeni bir halife seçmişti. Lozan görüşmeleri çetin geçiyordu.
İşgal altındaki İstanbul’da Ankara Hükümeti’ni (!) temsil eden Refet Paşa ‘Halife Hazretlerine’ hediye ettiği atın beğenilmesini “Tanrı’nın bir lûtfu sayacağını” söylüyordu. “Tanrı’nın gölgesi, Peygamberin vekili Halife Hazretleri” iki gün sonra ona ‘özel selâmlarını’ gönderecekti.
Atatürk’ün, Refet Paşa gibi en yakın silah arkadaşlarına göre “Saltanat ve hilâfet makamından başka nitelikte [Cumhuriyet ve demokrasi] bir makam getirmeye çalışmak asla doğru olamazdı”.
Tam da öyle oldu; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi, 3 Mart 1924’te de Hilafet kaldırıldı.
Cumhuriyet ve demokrasiyle olan o ‘davaları’ daha o zaman başladı ve hiç bitmedi.
Dava dedikleri ‘Hilafet ve saltanat’ kavgasını Atatürk düşmanlığıyla özdeşleştirdiler ve Kudüs, Ayasofya, Vahdettin, Abdülhamit, cihat, şeriat, ümmet gibi kavramlarla sembolleştirdiler.
Davanın bayraktarlığını Necip Fazıl üstlendi ve o sıradışı yeteneğini davanın emrine verdi.
1940’lardaki ‘Destan’ şiirinde Cumhuriyet’i, “Kubur faresi hayat, Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum!” diye betimliyordu. 1970’lerde artık ‘şuurlu’ bir gençlik” ortaya çıkmıştı. O gençlikten “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını gediğine koymasını” bekliyordu.
‘12 Mart’ ve ‘12 Eylül’ dönemlerinde, Türk siyasetinin sığ ve sorumsuz çekişmelerinde bekledikleri fırsat geldi. Erbakan 1994 yerel seçimleri sonrası artık “Adil düzen [Hilafet] kurulacak. Sorun; geçiş dönemi tatlı mı olacak kanlı mı olacak?” diye meydan okuyordu.
Refah Partisi, Aralık 1995 seçimlerinden %21’le birinci çıktı. Refahyol (Erbakan-Çiller) hükümeti 28 Haziran 1996’da kuruldu ve 278’e 265 oyla—kılpayı da olsa—güvenoyu aldı.
Artık ‘dava taşını gediğine koyma’ vakti gelmişti—öyle sandılar…
Onlara göre Hilafet kaldırılmamış ama işlevleri Meclis’e intikal ettirilmiş, Meclis adına da hükümetler—Vakıflar ve Diyanet üzerinden—Hilafet’i sürdürmüşlerdi. “Yeni ve dindar, içinde laiklik ilkesi olmayan bir anayasa” yoluyla ‘başkanlık’ sistemine geçilecek, ‘Başkan’ 3 Mart 1924 tarihli yasanın verdiği ‘Müslümanların hakkını, hukukunu gözetme’ görevini üstlenecekti.
Bunlar size ‘deli saçması’ gelebilir ama birilerine göre hiç de öyle değil.!
Erbakan’ın 11 Ocak 1997'de başbakanlık konutunda tarikat şeyhlerine verdiği iftar yemeği bir ilkti.
Endişeler artınca Erbakan 21 Şubat günü, “Türkiye’nin rejim meselesi yoktur” diye bir açıklama yaptı ama Cumhurbaşkanı Demirel’den, 26 Şubat’ta, “Rejim endişelerini dile getiren” bir mektup aldı.
İki gün sonra, 28 Şubat 1997 kritik Milli Güvenlik Kurulu toplantısı vardı—8 saat 45 dakika sürdü.
MGK’ya göre, “Tarikatlarla bağlantılı yurt, vakıf ve okullar denetim altına alınmalı, tarikatların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeni korunmalıydı”.
Erbakan, 18 Haziran’da istifasını sundu, Mesut Yılmaz’ın ANASOL-D Hükümeti 30 Haziran’da göreve başladı. Refah Partisi, ‘Laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmaktan’ mahkum olacaktı.
Bütün bu süreçte Sincan’da 30 Ocak 1997 günü düzenlenen ‘Kudüs Gecesi’ kritik önemdedir.
Refah Parti'li Belediye Başkanının düzenlediği geceye katılan İran'ın Ankara Büyükelçisinin laiklik karşıtı ve Türkiye’ye ‘Şeriat’ rejimi öneren konuşması sahnede sergilenen gösterilerle desteklenmişti.
İran büyükelçisine göre, “Türkiye’de herkes şeriatçıydı”.
Sincan belediye Başkanı ise “Laiklere zorla şeriat enjekte edecekti”.!
Sonra ne mi oldu.?
Hep biliyoruz ama ne yazık ki hiçbir şey bilmiyoruz…!
Kendi ifadeleriyle, 2002’de “Amerika’nın desteğiyle iktidara geldiler”, sonra da “FETÖ’yle kolkola girip” Kemalistleri onlara “Kırdırmak suretiyle yol aldılar—2010’a kadar”…
Kumpas davalarıyla, kolkola, devlet kurumlarını dönüştürdüler, işlevsizleştirdiler, ‘yeni bir devlet’ kurdular. Tayyip Erdoğan yeni devletin “Kurucu lideri”, “Ümmet’in lideri ve Halifesi” oldu.
Kanlı darbe girişimini nasıl olup da “Allah’ın büyük bir lütfu” gördüklerini doğru anlamalıyız.
O sayede, 2017 Anayasa referandumu fiilen ‘saltanatı’ geri getirdi.
O sayede Erdoğan “Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak naslar [Şeriat] neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diyebiliyor…
O sayede, Necip Fazıl’ın vasiyeti ‘Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını’ gediğine koydular, Hilafet’i de fiilen ihya ettiler.
Hani “28 Şubat bin yıl sürecek” demişlerdi ya, ‘28 Şubat’ o ‘davayı’ sadece yirmi yıl geciktirdi.
O gecikmenin bedelini şimdi—28 Şubat’tan 27 yıl sonra bile—birkaç askere ödettiriyorlar.!
Davayı 2012’de Cemaat savcıları, hakimleri başlatmıştı, kolkola iş tuttukları ‘AKP’ yargısı 2021’de sonuçlandırdı—14 askeri ‘hükümeti devirmekten’ müebbet hapse mahkum etti.
Bugün İstanbul’dan Ankara’ya, Konya’dan Diyarbakır’a ‘şeriat’ ve ‘kıyam’ çağrıları yükselirken—yaşları 77-83 arasında değişen—o askerler cezaevindeler.!
Birilerinin, “Türkiye’nin rejimiyle ilgili tereddütler bitmiş bir tartışmadır” demesine bakmayın.
Cumhuriyet ve demokrasiyle olan o ‘davaları’ hiç bitmedi, bitmeyecek.!
Yıllar önce, 28 Şubat 1997’de, bugünleri uyaran askerler o yüzden hala içerideler…!
"Yeni bir devlet” kurarken 20 yıllık gecikmenin de intikamını alıyorlar.
Sırada ‘Yeni ve dindar, içinde laiklik ilkesi olmayan’ anayasa var.!