Tayfun Atay
Yalanın iktidarı
Artık “doğru”dan ve “gerçeklik”ten ne bir arayış, ne bir değer, ne de bir erek olarak söz etmenin mümkün olmadığı; dolayısıyla siyasette de ikna ve rızanın hangi yalanın daha geçerli olduğu noktasında sağlandığı bir dönemdeyiz. Böylesi bir dünyada kitlelerin karşısında gerçeklik ve doğruluk değil, yalan da olsa coşkuya-tutkuya oynama ve iyi-hissettirme iş yapıyor. Ve siyasette başarının yolu da doğruyu söylemekten, sorunlara (yolsuzluklara-yoksulluklara-yozlaşmalara) parmak basmaktan, bunların nasıl üstesinden gelineceğinden ve bunu vaat etmekten ziyade size alabildiğine, taparcasına “bağlı” olanların şu niyazına karşılık vermekten geçiyor: Öyle bir yalana inandır ki beni, ömrümce sürsün doğruluğu!..
“Beni öyle bir yalana inandır ki,
Ömrümce sürsün doğruluğu.”
Özdemir Asaf
İmaj çağı, yalan çağıdır. Çünkü imaj, gerçek(te) olan değil, gerçek olarak alımlanması/algılanması istenendir.
Ekranın insan toplumsallığının kalbi haline geldiği görsel kültür dünyasında sade vatandaştan siyaset erbabına kadar herkesin önceliği, ne ya da kim olduğuna dair bir imaj kurgusuna, yani bir hayale başkalarını ikna etme çabası olmuş durumda. Böyle bir dünyada aslolan, Mevlâna Rûmi’nin o hikmetli, “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” sözünün tam aksi istikamette, olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi de olmamak...
Doğruluk, dürüstlük, hakikilik ve içtenlik imaj çağında kişilik kusuru olarak değerlendirilmekten öteye gitmiyor. Bu çağ, yapaylık-sahtelik-plastiklik üzere bir insanlık pratiğini telkin etmekte. Elbette dolaylı olarak da “post-truth” bir vaziyeti, yani yalanla yatıp yalanla kalkmayı teşvik etmekte…
Yalana yalan demek yasak!
İmaj çağının bir çıktısı olarak “post-truth”, yalanın gerçeği öteleyerek norm (kural), hatta “yasa” (kanun) haline gelmesini anlatır. Bir bakıma Orwell’ın 1984’te kurguladığı “insanlık karabasanı”nın tasvirinde de karşımıza çıkan bir durumdur bu:
“Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu.*
Bugün Orwell’ın kurgusunun bir gerçeklik arz ettiği, onun distopik hayalinin hayata geçtiği kanısı yeryüzünde geniş bir çeperde yaygınlık kazanmış durumda. Öyle ki yazarın evlatlık oğlu Richard Blair 2017’de kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Bence babam, Donald Trump’tan ironik bir şekilde keyif alırdı. Yıllar önce yazdığım türde biri var diye düşünebilirdi” demiştir.**
Peki, Amerikalardan aşağı kalır yanımız var mı, hayır. “Bizim Eller”de de yalanın yasallaştığı, hakikatin kovuşturmaya uğradığı bir gidişat söz konusu. Baksanıza, cinnet gibi geçirdiğimiz ve bugün sona erecek seçim sürecinde ne olup bittiğine ilişkin ilahiyatçı-yazar İhsan Eliaçık’ın bir YouTube kanalındaki şu sözleri tam da böylesi bir “keyfiyet”i işaret etmiyor mu:
“Hem duvarlara muhalefeti kötüleyen afişler yazıyorlar ve o afişlerin üzerine birisi gelip de ‘Yalan’ diye yazdığı zaman da duvarları kirletmek, reklam panolarını kirletmek diye alıp karakola götürüp ifadesini alıyorlar. Yani yalan propagandalar yapıyorlar, yalana yalan diyeni de gözaltına alıp niye yalana yalan diyorsun diye de ifadesini almaya kalkışıyorlar.”
“Post-truth” insanlık halinin ve onun bu topraklardaki siyasi tecellisinin açık-seçik ve herkesin anlayabileceği şekilde tasviri herhalde bu sözlerden daha güzel yapılamazdı! Yalana yalan diyenin gözaltına alındığı ve neden yalana yalan diyorsun diye sorgulandığı bir dünyada yaşıyoruz. “Ama montaj, ama şu ama bu” sözleri de bu sözlere karşı suç duyurusunda bulunan yurttaşın başına gelenler de buna delalet etmiyor mu?..
Yalan da olsa, ne döktürdü be!
Aynı doğrultuda dün kara dediğine bugün ak demek de herhangi bir etik ya da ilkesel zafiyet meselesi olmuyor. Çünkü “post-truth” iklimde esas olan kişilik değil imaj, düşünme değil algı ve eleştiri değil bağlılık… Ve imaj-algı-bağlılık da ne söylediğinizle değil, ama doğru ama yanlış, nasıl söylediğinizle ilgilenen bir kitleyle karşı karşıya olduğunuzun nişanesi anahtar sözcükler. Bu kitle, sözle ilişkisini yazılı kültür dünyasının içinden değil görsel kültür dünyasının içinden kuruyor ve o yüzden süreçsel düşünce edimi yerine anlık algı edimine dayalı olarak dinliyor kendisine hitap edenleri. Sonrasında istediğiniz kadar, “Yahu baksana, dün ne diyordu bugün ne diyor, hem tutarsız hem de düpedüz yalan konuştu” uyarısında bulunun, nafile; aldığınız cevap, gayet güleç bir kararlılıkla, “Olsun, nasıl konuştu, gümbür gümbür nasıl yeri göğü inletti, sen ona bak” oluyor.
Sorunlarla yorma beni, yalanlarla sarmala!
Toparlamak gerekirse, yaşam akışımız içerisinde artık “doğru”dan ve “gerçeklik”ten ne bir arayış, ne bir değer, ne de bir erek olarak söz etmenin mümkün olmadığı; dolayısıyla siyasette de ikna ve rızanın hangi yalanın daha geçerli olduğu noktasında sağlandığı bir dönemdeyiz. Hakikat-ötesilik olarak Türkçeye çevrilen, ama benim “hakikat-aşımı/aşınımı” olarak çevirmeyi tercih ettiğim “post-truth” kavramında karşılığını bulan böylesi bir dünyada kitlelere hitaben gerçeklik ve doğruluk değil, yalan da olsa coşkuya-tutkuya oynama ve iyi-hissettirme iş yapıyor; aynen yazımızın girişinde yer alan Özdemir Asaf dizelerinde en çarpıcı yansımasını bulduğu üzere (ve büyük şairin belki bu dizelerin böylesi bir bağlamda hiç mi hiç işe vurulmasını/zikredilmesini de istemeyeceği şekilde!).
Tabii bu arada ve konumuz çerçevesinde şiirin adının “Bağlı” olması da bir hayli anlamlı… Çünkü siyasette başarının yolu, doğruyu söylemekten, sorunlara (yolsuzluklara-yoksulluklara-yozlaşmalara) parmak basmaktan, bunların nasıl üstesinden gelineceğinden ve bunu vaat etmekten ziyade size alabildiğine, taparcasına “bağlı” olanların şu niyazına karşılık vermekten geçiyor:
Öyle bir yalana inandır ki beni, ömrümce sürsün doğruluğu!..
_____________________
*George Orwell, 1984 (Çev. Celal Üster), Can Yayınları, 2019, s. 86; ayrıca bkz., romanın sonunda Celal Üster’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört: Bir İnsanlık Karabasanı” başlıklı yazısı (s. 337-348).
**Joe Summerland, “1984: George Orwell ünlü distopyasını uzak bir adada ve ölüm döşeğindeyken nasıl yazdı?”, Independent Türkçe, 9 Haziran 2019.