Tayfun Atay
Ütopyadan distopyaya: Kısa AKP tarihi
AKP’nin 2011’de oy oranı ve kitle desteği bakımından yaptığı zirve aslında sonun başlangıcıdır. Genel seçimden neredeyse yüzde 50 oyla hegemonik parti olarak çıkmanın sonucu, tek-adam rejimine gidişin önünü açtı ve AKP kolektif bir oluşum olmaktan çıkarak lider-kültü altında ezilen bir aygıta dönüştü. Bu arada 2000’ler başında kendileri tarafından “Ruhuna Fatiha” okunmuş Erbakan’ın “Millî Görüş” doktrini ülke içinde seküler kesimlerin tepkilerine karşı ve kendilerine bağlı yoksul ama fanatik dindar kitleleri mobilize etme yolunda hortlatıldı. Ama bu “post-mortem (mortu-çekmiş) İslamcılık” görüntüsü altında, dinin ekonomi-politik iktidar için oyuncak kılınmasıyla bağlantılı şekilde dinbaz bir “sefa Müslümanlığı”, “şatafat Müslümanlığı”, “Saray Müslümanlığı” çıktı ortaya...
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarihi, bir ütopyadan bir distopyaya doğru yolculuk hikayesi, eski deyişle bir “sergüzeşt” olarak değerlendirilebilir. Ütopyanın adı “seküler İslam”, distopyanın adı ise “post-mortem İslamcılık”tır.
Bu iddiaya ve kaydettiğimiz iki tabire aşağıda açıklık getirmeye çalışacağız. Bunu yaparken, 21 yıllık AKP iktidarını belli dönemlere ayırarak değerlendirmek kaçınılmazdır.
“Muhafazakâr demokratlık” dönemi
2002’de yüzde 34,42 oyla tek başına iktidara gelmesinden başlayarak 2007’ye kadarki dönem AKP’nin “konsolidasyon süreci” olarak ayırt edilebilir. Bu aşamada iç yapısı/işleyişi itibarıyla nispeten “kolektif” bir hareket ve pratik karşımızdadır. Lider Recep Tayyip Erdoğan, eşitler arasında birincidir. Abdullah Gül’den Abdüllatif Şener’e, Ali Babacan’dan Bülent Arınç’a açılan yelpazede, arada yerel-bölgesel düzlemlerde ağırlık oluşturan başka birçok isimle çeşitlenmiş bir kolektiftir bu. Dindar-muhafazakârlığı seküler-liberalizmle buluşturmaya arzulu olduğu iddiasıyla boy gösteren bir siyasi-ideolojik kolektif…
Bu dönemde “İslam”, “İslamcılık”, “ümmet”, “dindar-nesil”, “nass”, “ensar-muhacir”, vb. ifadeler ortalıkta yoktur; bunların hepsini ikame eden toparlayıcı bir kavram olarak muhafazakârlık vardır. “Müslümanlık” atfından bile uzak durmak tercih edilmektedir. Öyle ki 2004 yılı sonunda Financial Times’a verdiği mülakatta gazeteci Vincent Boland kendisine “Müslüman demokrat” diye hitap ettiğinde Erdoğan şöyle bir “düzeltme” yapar:
“Açık ve seçik olarak şu gerçeğin altını çizmeme izin verin; dinle siyaseti birbirine karıştırmayı doğru bulmuyoruz. Biz Müslüman-demokrat değiliz, muhafazakâr-demokratız.”
Dolayısıyla 2002-2007 arası, AKP’nin mevcut nizam, daha açık deyişle Kemalist sivil-asker bürokrasi karşısında meşruluk, yerleşiklik ve konsolidasyon (varlığını pekiştirme) dönemidir. Ortalıkta “Batıcı”, “AB’ye arzulu” ve “liberal-İslam” arayışının somut karşılığı olarak tüm dünyada örnek gösterilen, hatta umut sayılan bir AKP vardır.
Elbette kendi içinde kolektif bir işleyiş arz ettiğini söylediğimiz bu yapı, kendi dışından bir başka oluşumla da “koalisyon” halindedir. Henüz “FETÖ” diye lanetlenmenin çok uzağında olup her fırsatta saygı ve sitayişle anılan, İslami renkte bir dinler-arası diyalog hareketi olarak kaydedilebilecek Gülen Cemaati, AKP’nin uluslararası alanda meşrulaştırma ve kredibilite yükseltme ajansı gibi çalışmaktadır.
“Van Minüt!” ve “Tek Adam”ın doğuşu
AKP’nin Türkiye’de mevcut kurulu düzen karşısında bu konsolidasyon dönemi 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçim krizi, 27 Nisan e-Muhtırası ve 22 Temmuz genel seçimlerine kadar sürer. 22 Temmuz’da yüzde 46,58 oy oranına ulaşıp, cumhurbaşkanlığı krizinin de kendi lehine çözülmesinin ardından 2011’deki genel seçim sonrasına kadar olan dönemi de AKP’nin yükseliş dönemi olarak kaydetmek uygun olur.
Kürt sorununda barıştan, sivil-asker bürokratik vesayet karşısında da farklı toplumsal kesimleri liberal-demokratik paydaşlıkta buluşturmaktan yana bir siyasi çizgi; resmi-ideolojik laisizm yerine çoğul-toplum laikliğine yakın bir duruş; bunlara paralel olarak sivilleşme bağlamında Batı’yı örnek alan ve ona Müslümanlıkta örnek teşkil eden bir “seküler İslam” pratiği AKP’nin bu dönemini karakterize ederken altı çizilebilecek hususiyetlerdir.
Özellikle son noktaya binaen hatırlatmak gerekirse, 2011 Mısır ve Tunus ziyaretlerinde devletin laik olması ve bütün dinlere aynı eşit mesafede durması gerektiğini, bunun günümüzde Müslüman ülkeler açısından da hayati olduğunu belirten ve bu bakımdan Türkiye’nin farklılığını işaret eden bir AKP lideri vardır karşımızda. Tam anlamıyla bir “seküler İslam” anlayışını tariflercesine…
Ancak derinden akan sulara bakıldığında, 2009 Davos’undaki “Van Minüt” çıkışının da yarattığı itkiyle Erdoğan’ın eşitler-arasında birincilikten mutlak-muktedirlik noktasına doğru da yol almaya başladığı bir dönemdir bu. Öte yandan 27 Nisan e-Muhtırası’nın “sökmemesi” sonrası, sistem üzerinde bürokratik vesayetin çözüldüğü ve askerin “siyasi özne” olmaktan çıkmaya başladığı bir dönem… Tabii “Ergenekon” ana başlığı altında eski statükoya yönelik intikamcı girişimlerin, partinin “koalisyon-ortağı” cemaat güdümündeki yargı aparatlarıyla, özellikle 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında önünün de alabildiğine açıldığı bir dönem...
Sonun başlangıcı: “Saraylara sığmam, taşarım!”
Dolayısıyla AKP’nin 21 yıllık iktidar serüveninde yükseliş döneminin tepe noktası 2011 genel seçimlerinde alınan yüzde 49,83’lük oydur. Artık toplumun neredeyse yarısını kendisine ikna etmiş bir hegemonik parti vardır karşımızda. Eski statüko yerinden edilmiş durumdadır ama yukarıda kaydettiğimiz, o başlangıçtaki parti-içi kolektivizm de yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştır. 2009’da Davos’ta “Van Minüt” çıkışı sonrası Ortadoğu başta olmak üzere dünyada Müslüman kitlelerin ilgisiyle “şahbaz” olmuş liderin gözleri iktidar dendiğinde artık kendisi dışında kimseyi görmez olmuştur.
2011 sonu-2012 başından itibaren karşımızdaki bu yeni AKP döneminin karakteristikleri şunlardır:
Erdoğan’ın “Yüzde 50’yi buldum, bunu 60’larsam her istediğimi yaparım, Başkan Baba da olurum, dindar nesil de yetiştiririm, Saray’lara da sığmam taşarım” ruh hali…
Bağlantılı şekilde, siyaseten bir dinsel-kültürel mühendislik projesi, daha açık deyişle yaşam tarzına müdahale olarak kendini gösteren “inşa süreci” ve buna bir seküler toplum çığlığı olarak yükselen Gezi direnişi…
Parti’ye küresel lojistik sağlayan bir “ajans” gibi çalışan Cemaat’le ittifakın bozulmasıyla kıran kırana bir iktidar çatışması sürecinde, sırasıyla MİT krizi (2012), 17-25 Aralık olayları (2013), 15 Temmuz (2016) kanlı darbe girişimi…
Dış politikada, 2011’de başlayan Suriye iç savaşına müdahil olmayla bağlantılı şekilde Batı ile yabancılaşma ve “yaşayanların ölü inancı” denilebilecek neo-Osmanlıcılık itkisiyle Ortadoğu kazanında kaynarken Cihatçı-Selefilikle de flörtleşmeye başlanması…
Demokrasi rafa kaldırılarak haber, düşünce, eleştiri özgürlüğünün baskılanmasıyla varılan otoriteryanizm ve toplumun yüzde 50’sinin bağlılığına körü körüne güvenirken diğer yüzde 50’ye körleşme, yabancılaşma, düşmanlaşma…
Kürt sorununda barış sürecinin tamamen ölümü ve çatışma-savaş-şehitlik yüceltmesi şeklinde tam tekmil “ölümün doğuşu”…
Nihayet, tek-adamlığın ihtişamlı kabuğu altında saklı korkuların motive ettiği kuvvetle muhtemel olan bir ucube başkanlık sistemine geçiş…
“Sefa Müslümanlığı”
O halde denilebilir ki AKP’nin 2011’de oy oranı ve kitle desteği bakımından yaptığı zirve aslında sonun başlangıcıdır. 2011 genel seçimlerinden neredeyse yüzde 50 oyla hegemonik parti olarak çıkmanın sonucu, tek-adam rejimine gidişin önünü açmış ve AKP kolektif bir oluşum olmaktan çıkarak lider-kültü altında ezilen bir aygıta dönüşmüştür. Bu arada 2000’ler başında kendileri tarafından “Ruhuna Fatiha” okunmuş Erbakan’ın “Millî Görüş” doktrini ülke içinde seküler kesimlerin tepkilerine karşı ve kendilerine bağlı yoksul ama fanatik dindar kitleleri mobilize etme yolunda deyiş yerindeyse hortlatılmıştır. Ancak bu “post-mortem (mortu-çekmiş) İslamcılık” görüntüsü altında esas karşımızda olan, dinin ekonomi-politik iktidar için oyuncak kılınmasıyla bağlantılı şekilde “dinbaz” (dinle siyaseten oynayan) ve sınıfsal tabakalaşma arz eden bir “Sefa Müslümanlığı”, “Şatafat Müslümanlığı”, “Saray Müslümanlığı”dır.
Ve başlangıçta “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının hakkını verdirir şekilde AKP “koro”sunun bileşeni olan isimler, lider kültünün sert rüzgârlarıyla oraya buraya savrulmuşlardır. Ya da eğer savrulmadılarsa, “Haşmetmeabları” karşısında boynu kıldan ince haldedirler.
“Çözülüş”ten “Düşüş”e…
AKP tarihinin “çözülüş” olarak adlandırılabilecek bu 3’üncü evresinden bir sonraki “düşüş” evresine geçiş yılı olarak da 2019 önerilebilir. Daha kesin ve simgesel bir tarihleme istenirse de 23 Haziran İstanbul yerel tekrar-seçimi verilebilir. Dindar-muhafazakâr kesimlerden de hatırı sayılır miktarda gelen 800 bin oy farkla İstanbul’un kaybedildiği bu seçim, 2002’den itibaren hem Türkiye hem de dünya için ümit vaat eden bir “seküler İslam” ütopyası olarak doğuş bulup yükselmiş AKP’nin tek-adam güdümlü ve post-mortem İslamcılığa kilitli distopik bir parti olarak düşüşe geçişinin anonsudur.
Bu, Türkiye’nin siyasi tarihinde AKP hegemonyasının sona erdiği tarihsel eşik olarak kaydedilebilir. Ardından parti ile özdeşleşmiş ama “lider” tarafından ötelenmiş figürlerin muhalif siyasi arayışları kendini gösterdi. Kurulan yeni partiler de yapılan ittifaklar da halihazırda içinde bulunduğumuz siyasi ortamın parçaları olarak bugün hepimizin malumu…
Toparlamak gerekirse, çarpıcı bir karşılaştırmayla, başlangıçta “Dinle siyaseti birbirine karıştırmayı doğru bulmuyoruz” denilen “muhafazakâr-demokrat” noktadan, “Ortada nass varken sana bana n’oluyor” denilen “dinbaz-otokrat” bir noktaya gelinmiş durumda.
Peki, buradan nereye gidilecek?
Kuruluş, yükseliş, çözülüş, düşüş… Ve şimdi “bitiş” mi, yoksa “yeniden-doğuş” mu?..
Bugün öğreneceğiz.