İbrahim Uslu
YİNE Mİ ANAYASA?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hiç kimsenin beklemediği bir anda “belki de şimdi Türkiye’nin tekrar yeni bir anayasayı tartışmasının vakti gelmiştir” demesinin üzerinden bir haftadan fazla zaman geçti.
İlk anda kimsenin sebebini anlayamadığı bu açıklamayı ertesi gün Devlet Bahçeli de güçlü ifadelerle destekleyince, yeni anayasa konusu artık kaçınılmaz olarak siyasetin ana gündem maddelerinden biri haline geldi.
Konu hakkında kanaat beyan edenlerin büyük çoğunluğu olayı bir “gündem değiştirme” çabası olarak yorumladı. Ancak günler geçtikçe yeni anayasa tartışmasının bir “sabun köpüğü gündem” olmayabileceği düşüncesi yavaş yavaş yerleşmeye başladı. Görünüşe göre önümüzdeki döneminde yoğunluğu daha da artarak gündemi meşgul edecek.
Sn. Erdoğan’ın açıklamasını duyduğum ilk andan itibaren bunun bir gündem oluşturma çabası değil, bir büyük siyasi proje olabileceğini düşündüm. Çünkü yeni anayasa tartışmasının zeminsiz biçimde boşlukta ortaya çıkmış bir yapay gündem olmadığına; Başkanlık Sistemi ile ilgili anayasa referandumu sürecinin başlamasından bu yana kesintisiz yaşanan gelişmelerin sonucunda ortaya çıktığına inanıyorum.
ZOR VAATLER
İktidar bloku Başkanlık Sistemini topluma anlatırken, Türkiye’nin sorunlarının çözülememesinin temel nedeninin yürütmenin elini kolunu bağlayan o dönemdeki mevcut anayasal sistem olduğunu; vesayetçilik kaygılarıyla kurgulanmış bu hantal yapı kaldırılıp Başkanlık Sistemine geçilecek olursa, ülkenin adeta kanatlanıp uçacağını savunuyordu.
Neticede seçmenler anayasa değişikliğine onay verdi ve bundan 2,5 yıl önce Başkanlık Sistemine geçildi. Ancak aradan geçen süre boyunca Cumhurbaşkanlığı Kabinesinin performansı ne iktidarın kendisini ne de vatandaşları mutlu edecek sonuçlar doğuramadı.
Sisteme geçişin birinci yılından itibaren iktidar kanadı yeni sistemin aksayan yönlerini anlamaya çalışıyor. Ancak gerekçeleri her ne olursa olsun, sistemin hayal kırıklığı doğurduğu artık çoğunlukla kabul ediliyor. Yapılan kamuoyu araştırmalarında Başkanlık Sistemine desteğin yüzde 40’ın altına indiği dönemler dahi oldu. Halihazırda da Başkanlık Sisteminin başarılı olduğunu düşünenler azınlıkta kalıyor.
İktidarın Suriye’deki operasyonları, Doğu Akdeniz’de yaptığı önemli hamleler, Karabağ’daki işgalin sona ermesindeki rolü, terörle yürütülen mücadeledeki başarı ve hatta muhafazakarlığın sembol davalarından olan Ayasofya’nın ibadete açılması konusunda attığı adımlara rağmen, çoğunluğu milliyetçi/muhafazakar seçmenlerden oluşan Cumhur İttifakı tabanı yavaş da olsa aşınmaya devam ediyor.
Sistemin yürürlüğe girdiği Haziran 2018’den bu yana iktidarın oylarına en büyük katkıyı, iktidarın planlamadığı bir felaket olan Koronavirüs salgını yaptı. Salgının büyük bir tehdit olduğunun fark edilmesinden sonra AK Parti ile duygusal bağları zayıflamış seçmenlerin bir kısmı geri döndü ama başta ekonominin gidişatı olmak üzere çeşitli faktörler nedeniyle, iktidar uzun zamandır “vatandaş memnuniyeti” üretmekte başarısız oluyor.
İKTİDARIN BU HAMLEYE İHTİYACI MI VAR?
Eğer bir iktidar vatandaş memnuniyeti ve dolayısıyla rıza üretemiyorsa ne yapmalı?
Popülist yönetimlerin işbaşında olduğu ülkelerde bu durumlarda kullanılan belli taktikler var ve hepsi bize çok aşina: Siyasal kimliği kışkırt, toplumsal korkuları harekete geçir ve bunlardan yeterli sonucu alamazsan siyasal mühendislik uygulamalarına başvur!
Bunların ilk ikisi iktidarca sıkça kullanılıyor ama arzu edilen sonuçları doğurmayacağına artık anlaşılıyor. Bu durumda üçüncü paketin yani siyasal mühendisliklerin devreye girmesi kaçınılmazdı.
İktidar kesiminden İYİ Parti’ye yapılan davetler, HDP’nin kapatılması tartışması, muhafazakar bir Kürt partisinin kurulacağı söylentileri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arka arkaya HÜDAPAR, DSP, BBP ve Saadet Partisi ile yaptığı görüşmeler, Seçim Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu üzerinde yürütülen çalışmaların yanı sıra yeni partiler kurulması için başlatılan çeşitli girişimleri de (Mustafa Sarıgül, Muharrem İnce, Ümit Özdağ-İsmail Koncuk) bu “siyasal mühendislik” çabalarının çeşitli parçaları olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu arada Sn. Erdoğan’ın 24 Aralık’ta yaptığı “Her şey gibi muhalefetin de yerli ve millisini ülkemize kazandırmak inşallah bize nasip olacaktır” açıklaması, son zamanlarda yaşananların bir tesadüf neticesi olmadığı algısını güçlendiriyor.
Bu arka plan ile birlikte değerlendirildiğinde yeni anayasa tartışmalarının yapay bir gündem değil, iktidar açısından önemli bir hamle veya proje olduğu kolaylıkla görülüyor.
Bu proje iktidara ne gibi avantajlar sağlayabilir?
◆ Kendi seçmenini “yeni anayasa” hedefi ile konsolide ederken, muhalefet bloku kurulacak yeni partiler nedeniyle bütünleşme konusunda zaafa düşecek,
◆ Şu an 338 olan Cumhur İttifakının milletvekili sayısına rağmen TBMM’de anayasayı referanduma götürmek için gerekli olan 360 sayısına ulaşabilirse, muhalefet partilerinin aslında bir blok olamadığını topluma gösterecek ve bir moral üstünlüğü yakalayacak,
◆ Referandum süreci ekonomi gündeminin uzun zaman ikinci planda kalmasını ve ideolojik bir mesele etrafında seçmen sadakatinin yeniden beslenmesini sağlayacak,
◆ Eğer referandumda seçmenin onayını almayı başarırsa, arkasından yaşanacak hızlı bir seçimde büyük bir avantaj elde etmiş olacak,
◆ TBMM’de 360’ı bulamaması veya referandumun kabul edilmemesi halinde de muhalefeti ülkenin önünü tıkamakla suçlayacak.
Bu avantajlar listesini daha da uzatmak mümkün ama bu kadarı bile iktidarın yeni anayasa tartışmasını başlatmasına ve hayata geçirebilmek için gerekli riskleri almasına yeterli olacaktır.
Belki bazılarınız yeni anayasa projesini bir Rus ruleti olarak değerlendirebilir ama unutmamak gerekir ki siyaset biraz da risk alma sanatıdır.