Selin Nasi
Türk’ün ters trafikle imtihanı
Dertliyim, sevgili okur. İkidir direksiyon sınavından çakıyorum. İlkinde çok fena acıttı. İkincide o kadar koymaz sanıyordum. Hiç öyle olmadı.
Yaşımı doldurur doldurmaz ehliyet alanlardanım. Övünmek gibi olmasın kendimi iyi şoför olarak tanımlarım. Kadınlara haksız yere atfedilen ayrımcı sıfatları boşa çıkaran cinsten sürerim, direksiyon başına geçince. Bir keresinde arabayı nasıl milimetrik ve tek manevrada geri park ettiğimi gören Galatasaray mezunu bir gazeteci büyüğüme “Sizde erkek beyni olmalı” dedirtmişliğim var. Hal böyleyken çok dokunuyor sınavı bir türlü verememiş olmak.
Hangi Uber şoförüyle dertleşsem hemen hepsi “Hiç araba kullanmayı bilmeden sıfırdan başlamak daha kolay” diyor. Bilir misiniz? Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika kitabında bir hikaye vardır: “Eski Bildiklerinizi Unutun” diye. Hani mektup arkadaşı çocuklardan birinin okuluna yeni bir öğretmen atanır. Bu yeni öğretmen kendisinden önce öğretilen her şeyi unutmasını salık verir sınıftaki çocuklara. Olayın kahramanı öğrencimizse aylardır çalıştığı “Koyun” şiirinin üzerine yeni öğretmenin verdiği “Memleketim” şiirini bir türlü ezberleyemez ve yıl sonu sahneledikleri gösteri tam bir komediye dönüşür. Şu sıralar o zavallı çocukla öyle duygudaşlık kuruyorum ki…
Hayır, sorun ters akan trafiğe alışmak değil. İnanın o işin en kolay kısmı. Sağ lastiği yolun ortasındaki çizgiye bir kere sabitlediniz mi gidiyorsunuz. Tabelalar da zaten bir şekilde yönlendiriyor. Asıl mesele İstanbul’da araba kullanan biri olarak adeta DNA’ma işlenmiş o yazılı olmayan trafik kuralları. Misal, yolda geçiş üstünlüğünün kullandığınız araba markasına göre bile değişkenlik gösterdiği yurdumun en bilinen kuralı “Yol verilmez alınır”dır. Sürüş halindeyken sadece kurallara uymanız, dikkatli sürmeniz yetmez. Aynı zamanda seri davranmanız gerekir. Öyle kavşakta saygılı şekilde bekler, iki üç arabanın geçip gitmesine izin verirseniz, maazallah kıyamet kopar. Arkanızdaki araç sizi acemi belleyip kornasını mors alfabesi gibi kullanarak tüm ölmüşlerinizin hatırını sorar. Bilen bilir, bu böyledir.
Çünkü serde Akdenizlilik var. Tez canlıyız hepimiz. Nedense sürekli bir yerden bir yere yetişme halindeyiz. Kesinlikle beklemeye tahammülümüz yok. Sıramızı vermeye de.
İşte İngiltere’de işler öyle olmuyor. Bir kere sokaklar hız yapılmasına müsaade etmeyecek denli dar ve cepli şekilde düzenlenmiş. Bir arabanın diğerine yol vermesi değil vermemesi garipseniyor. Yol vermeyi bırakın, işin bir de teşekkür ve selam kısmı var. Ben yol verilince teşekkür eden otobüs şoförünü ilk kez bu ülkede gördüm mesela. Kendimi o an için Susam Sokağı’nda hissetmiştim.
Sonra… Diyelim ki sinyal veriyorsunuz. “Hah, günah benden gitti, sinyalimi verdiğim yere dönerim” deme lüksünüz yok. “Sinyalim dikkate alınıyor mu?” diye diğer sürücüleri kontrol etmeniz gerekiyor. Bir gözünüz hep aynada olacak. Hatta sınavda bu durumu iyice abartmanız, adeta namazın son kısmında meleklerinizi selamlarmış gibi sağ omzunuza sol omzunuza tekrar tekrar bakmanız bekleniyor. Sadece sinyal vermeden evvel aynaya bakma alışkanlığını kazanmam aylar aldı diyebilirim.
Aslında İngiltere’de ehliyet sınavı Türkiye’deki gibi iki aşamalı. Genel trafik kurallarını, yol ve araç bilgilerini test eden teori sınavından geçtikten sonra sıra direksiyon sınavına geliyor. Ecel terleri dökmeye de burada başlıyorsunuz. Çünkü Türkiye’de ehliyet alabilmek için trafiğe kapalı alanda sürüş yapmanız yeterli. Oysa burada hünerlerinizi trafiğin göbeğinde göstermeniz gerekiyor. Üç şeritli trafik ışıklı döner kavşaklar, otobanda sürüşler, hız limitlerinin değiştiği ara sokaklar… Sonra acil duruşlar, geri manevralar… O yüzden ehliyeti alınca, insanlar gururla hatıra fotoğrafı çektiriyor. E haklılar.
Beni en son “dur” tabelası olan bir kavşakta fren yapmış olmama rağmen birkaç saniye olduğum yerde durup beklememiş olmamdan ötürü bıraktılar sınavda. Dönüş için beklerken tekerleklerim hareket etmişmiş. Böyle yazınca bile tuhaf geliyor kulağa. Bir Türk gözüyle baktığımda nihayetinde hayati bir tehlike atlatmamıştık, tekerleği sıyırmamış, arabayı da çizmemiştim. ;)))
Tabii işin insanın kanına dokunan bir başka yanı daha var. Hani “İngiltere de bitmiş mirim!” dedirtecek cinsten. Ehliyet alma süreci ciddi bir para tuzağına dönüşmüş durumda. Sınava hazırlanmak için belli sayıda ders almanız gerekiyor. Eğer kendi arabanızla sınava girmeyecekseniz bunun için sizi çalıştıran kişiye ekstra bir para ödüyorsunuz sınava girerken. Ama en zoru sınava kayıt yaptırma kısmı. Çünkü resmi siteden sınav tarihi bulmanız neredeyse imkânsız. 6-7 ay sonrası için bile tüm tarihler kapılmış. Nedeniyse birtakım aracı firmaların bu sınav tarihlerini başkalarının adına satın alıp sonra bunları talep edenlerle değiş tokuş ederek iki üç misline satıyor olmaları. Bu işi yapan sınav görevlisi veya direksiyon dersi veren eğitmen var mıdır? Orasını siz düşünün. Ama siz sınavda kaldıkça – hele ki teori sınavının iki senelik ömrü olması sebebiyle çaresizce yeni sınav tarihi almak için çabalarken- bu para çarkı dönmeye devam ediyor. Maalesef bu konuda herhangi bir şikâyet mercii yok.
Doğrusunu isterseniz, yaşadığım şehirde toplu taşıma ağının oldukça yaygın olmasından dolayı araba kullanmaya pek de ihtiyacım yok. Ama göçmen olarak yerleştiğim ülkede edineceğim o ekstra belgenin sembolik değeri daha büyük benim için. Yeni bir yere yerleşmenin en zor taraflarından biri orada geçmişinizin olmamasıdır. Ehliyet sahibi olmak hem Türkiye’deki konumumdan geri düşmemek hem de buradaki varlığımı meşrulaştırmak, kökümü sağlamlaştırmak açısından değerli.
O yüzden, biraz pahalıya gelse de yaptığım hatalardan öğreniyorum diyerek avutmaya çalışıyorum kendimi şimdilik. Ehliyet sürecinin İngiltere’nin göçmenleri asimile etmek için kullandığı gizli bir yöntem olduğunu da düşünmüyor değilim hani. Eğer öyleyse, içimdeki telaş geninden kurtulduğum gün ehliyetimi alacağımı umuyorum.