Sonradan göçmen

Siz hiç göç bavulu gördünüz mü? Ben altı, bilemedim, yedi yaşındaydım ilk gördüğümde. Havaalanında üst üste yığılı, içine tıkıştırılmış eşyalardan deforme olmuş bavulları uçağa vermeye çalışan yolculara denk gelmiştik. “Bak Almancılar dönüyor” demişti annem. Anlamamıştım, Almancı ne demekti? Tuhaf da gelmişti, onca eşyayı yanlarında götürmeleri, o zaman. Kim derdi ki yıllar sonra biz de başka bir ülkeden Türkiye’ye gelişlerimizde tıpkı öyle kervan misali bavullarla seyahat edecektik… 

Göç istatistiğinde sıradan bir veri oluşumuzun üzerinden tam dört sene geçti. Takvim hâlâ Türkiye’ye gelişlerimize göre anlam kazanıyor. 

Vuslat… 

Her sene ıhlamurlar açınca geliyor; cevizler çıkınca dönüyoruz… Bayramlar ve özel günler sevdiklerimizden ayrıyken hep yarım, hep buruk. O yüzden kutlamaları kavuştuğumuz güne saklıyoruz. 

Vedalar ise hâlâ acıtıyor. 

Daha ayrılmadan “Ya bu birbirimizi son görüşümüz olursa” endişesinin gölgesi düşüyor kalan günlerimize. 

Alışmışız gibi yapıyoruz ama kendimizi bile doğru dürüst kandırdığımız söylenemez. Dönüşlerimizin ertesi, sol tarafımızda bastıran sızı gündelik işlere dalıp unutuncaya dek zorluyor. Zorluyor; çünkü gönüllü sürgünlük bizimkisi. Bir tercihin peşinden gittik. Sebepler tanıdık, bildik aslında. 

Sonradan göçmeniz biz. 

Hayatın orta-ileri noktasında, konfor alanını bile isteye terk edenlerden... Hani şu tuzu kurulardan.

Tuzu kuru lafını da hiç sevmiyorum ya, neyse. İnsani duygular hissetme hakkınızı peşinen elinizden alan bencil bir yaftalama bence. Hangi ekonomik sınıfa ait olursanız olun, göçmenlik, hayatta gelmiş olduğunuz noktadan en az birkaç basamak geriye fırlatıyor sizi. Sanki bir kutu oyunundaymışsınız da başlama noktasına geri dönmüşsünüz gibi. 

Gençken, hayatınızı kurma aşamasındayken başlangıçlar nispeten kolay, çoğu zaman heyecan vericidir. Kaybedecekleriniz sınırlı; önce ve sadece kendinize karşı sorumlusunuzdur. Orta yaşta ve ailece böyle bir kararı alıyorsanız, işin rengi değişir. Öyle “Yüreğimin götürdüğü yere gideyim, baktım sarmadı, atlar dönerim” demek gibi bir lüksünüz kalmaz.

Yaşadığınız yerle birlikte çoğu zaman aynı anda işiniz, arkadaş çevreniz, konuştuğunuz dil, tanıdığınız bildiğiniz mekânlar, hepsi değişir. Kökünüzü başka bir toprağa salıp o yeni iklimde sürgün vermesi için uğraşırsınız. Geldiğiniz yerde referans alacakları bir geçmişiniz olmadığından, aynı anda bir kimlik mücadelesi içinde bulursunuz kendinizi. Kimliğinizi yeniden var etmeye çalışmak tam da bu yaşlarda başlayan bir hesaplaşmayı tetikler… 

Yüzlerce yıldır düşünürlerin yanıt aradığı o soruyu kendinize sorarken bulursunuz. 

Ben kimim? 

Kendimi insanlara tanıtırken hangi kimliğimle ön planda olmak istiyorum? Böyle sorgulayınca, önceki hayatınızda değer verdiğiniz pek çok şeyin anlamını yitirdiğini fark edersiniz. 

Anlattıklarım, beyaz peynir hasreti üzerine yazılan güzellemelere benzemiyor olabilir. Doğrusunu isterseniz, yurtdışında aradığınız hemen her ürünü hatta Türkiye’dekinden çok daha tazesini -kur hesabı iştahınızı kesmediği müddetçe- rahatlıkla temin edebilirsiniz. Ama dostlukların oturması zaman ister, mesela. 

Hele kendinizi başkalarına beğendirme yaşınızı geçmişseniz, arkadaş edinmek zorlaşır.

Şanslıysanız eğer, yeni arkadaşlarınızla can yoldaşlığı geliştirirsiniz. Çünkü onlar da sizinle aynı zorlukları deneyimliyordur. Acısıyla, tatlısıyla birlikte olgunlaşırsınız.

Diaspora bambaşka bir dünyadır. Doğudayken batılı geçinenlerin, batıya gittikçe ne kadar doğulu olduklarını fark ettikleri bir süreç. 

Tersi de geçerli olmalı…

Hep biraz arada kalmışlık duygusu. Hiç bitmeyen bir kıyaslama. Dağıtılan akıllara bakıp yine en çok kendi aklını sevmek bazen. Bazen de gittiğin yere bağlanabilmek için yeni ve anlamlı sebepler bulmaya çalışmak. 

Bulamazsan, sıfırdan inşa etmek. 

Zorlandığın, kendinden şüphe ettiğin -ama en çok da bunu etrafına belli etmemek için- gayret göstermekten yorgun düştüğün anlarda, geldiğin yeri anımsatan mekânlar, tanıdık sesler, tatlar ve kokularla avunmak… Ektiğin tohumlar filizleninceye dek sabretmek. 

Hep bir şekilde suyun üzerinde kalmaya çalışmak...

Zordur göçmen olmak. 

Ama çitin öbür tarafında durduğunuz için midir, çimen hep daha yeşil görünür diğerlerine. 

Oysa her tercih aynı zamanda bir vazgeçiştir. Seçtiğiniz kadar seçmediğinizin de sonuçlarına katlanırsınız…

Egonuzu pek güzel törpüler göçmenlik ama hayatta kalma becerilerinizi de bir o kadar geliştirir. Beni sorarsanız... Geride bıraktığım dört senede, tersine akan trafikte ezilmeden karşıdan karşıya geçmeyi, metroda koşar adım kaybolmadan yönümü bulmayı, geri dönüşüm için çöp ayıklamayı, herhangi bir etkinliğe gitmek için aylar öncesinden plan yapmayı, karşımdaki insan cümlesini bitirinceye dek olumlu mu yoksa olumsuz mu kelam ettiğine dair peşin hüküm vermemek gerektiğini öğrendim. Dört mevsim yakamı bırakmayan sabah ayazına, sürekli yetişmeye çalıştığım saat farkına, hava durumunu kontrol etmeden asla dışarı çıkmamaya alıştım. 

Alışamadığım tek şey hasretlik.

O yüzden yılın en tatlı telaşlı zamanı şimdi benim için. Yaz tatili yaklaşıyor. Gözümün önünde sevdiklerimizle kucaklaşacağımız anın hayali ve akşam güneşiyle kokusunu salan ıhlamurlara yetişmek üzere bavul yapıyorum. 

Göç bavulu. 

Buradaki hayatı oraya, oradaki hayatı buraya taşıyan bavullar… 

İçine sığdırmaya çalıştığımız eşya değil aslında, yaşanmışlıklarımız… Ondan, bu kadar ağır ve yüklü oluşları. Paylaşamadığımız günlerin telafisi için götürüyoruz onları. 

Az kaldı.

Dönüşte getireceğim cevizlerimin yerini bile hazırladım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Selin Nasi Arşivi