İbrahim Turhan
Quo vadimus?
Yazıların başlıklarıyla ilgili şikâyetler geliyor. Bu sefer zahmetten kurtarayım. Başlıktaki ifade Latince, “nereye gidiyoruz anlamına gelen bir deyim. Geçen hafta açıklamaya çalışmıştım; büyüme canlı görünüyor. Hatta üçüncü çeyrek büyümesi, bu veri açıklanmaya başladığından beri en yüksek çeyreklik (bir önceki çeyreğe göre) büyüme olabilir. Bunda kuşkusuz küresel salgının etkisiyle ikinci çeyrekte yaşanan daralmanın yarattığı baz etkisi belirleyici. Ama kredi büyümesi, parasal genişleme, bütçe açığı ve ithalat yoluyla talepte kaydedilen artış da göz ardı edilmemeli. Bu “kışkırtılmış talep” sayesinde sağlanan büyümenin yan etkilerine ve maliyetlerine geçen hafta dikkat çekmiştik, tekrarlamaya gerek yok. Bu hafta isterseniz daha geniş bir perspektiften büyük resme bakmaya çalışalım.
Ekonomide 2016’dan beri sorun yaşanıyor. Bütün göstergeler bu tespiti destekler nitelikte. Ama her bakımdan –hem gündem tartışmaları hem ekonomik model– içimize fazla kapandığımızdan Türkiye’nin küresel ölçekteki göreli konumundaki gerilemeyi yeteri kadar değerlendirmiyoruz. Yazıda yer alan tablo, Türkiye Gayrisafi Yurt İçi Hasılasının küresel çıktıya oranını yıllar itibarıyla ortaya koyuyor. Bir başka deyişle küresel üretimdeki yerimizin, ağırlığımızın göstergesi. Özellikle AK Partinin iktidarda olduğu dönemi seçtim ki değişim daha anlaşılır olsun.
2001 krizinde Türkiye neredeyse milli gelirinin üçte birini kaybetmişti. Arkasından uygulanan istikrar programı üretimi artırdı. Üstelik bu artış verimlilik artışıyla birlikte olduğu için kaliteli bir büyümeydi. Aynı zamanda yapısal reform programı sayesinde enflasyon ve bütçe açığı hızla düşürüldü, Türk parasına ve TL cinsi varlıklara güven sağlandı, TL reel olarak (enflasyondan arındırıldığında) değerlendi. Aynı zamanda rekabetçilik de iyileştiği için kurdaki reel değerlenmeye karşın ihracat hızla arttı. Böylece küresel üretimde yüzde 1’in altında bir ağırlığı olan Türkiye, 2005’ten itibaren dünya ekonomisinin yüzde 1’inden fazlasını teşkil etmeye başladı.
2008 Küresel Krizinin etkisiyle ertesi yıl ve Euro bölgesi krizinin etkisiyle 2011’de küçük gerilemeler kaydedildiyse de ilk on yıl boyunca sürekli bir artış eğilimi sağlandı. 2013’e gelindiğinde Türkiye küresel katma değer artışının yüzde 1,2’sinden fazlasını sağlayan bir ekonomi olmuştu. Ne yazık ki bu durum korunamadı ve Türkiye’nin göreli payı o tarihten itibaren gerilemeye başladı. 2017’den sonra ise yeniden yüzde 1 eşiğinin altına düştü.
Burada sadece teorik bir çizelgeden bahsetmediğimizi vurgulayalım. Daha iyi anlaşılabilmesi için iktisatçıların “fırsat maliyeti” diye adlandırdığı kavramdan yararlanabiliriz. Fırsat maliyeti, elinizden kaçırdığınız şey demektir. Bu örnekte; varsayalım ki Türkiye, küresel üretime oranla 2010-2014 arasındaki ortalama konumunu koruyabilmiş olsaydı (sadece koruyabilseydi, iyileştirme değil) bugün 1 trilyon doların üzerinde bir milli gelire sahip olacaktık. 2017-2020 arası toplam GSYİH 4 trilyon dolara yakın olacaktı. Bir başka deyişle, son üç yıl boyunca her yıl kaybımız ortalama yıllık 220 milyar dolar oldu.
Bir adım daha ileri gidelim. 2013’teki durumumuzu koruyabilmiş olsaydık (son 10 yıldaki en iyi yılımızdı) geçen yıl kişi başına 4 bin dolar daha fazla gelirimiz olacaktı. Bunun anlamı şu; şayet 2016’dan sonra girdiğimiz akıl dışı, iktisat biliminin gerçekleriyle çelişen, popülist ekonomi politikasını izlemeseydik bugün 20 yaş üzeri her vatandaşımızın eline ayda bir asgari ücrete eşit miktarda ilave gelir geçebilecekti. Yeteri kadar çarpıcı oldu mu?
Tabloyu tamamlamak için bir de grafik paylaşalım. 1990 sonrası, yani Türkiye ekonomisi dünyaya tamamen açıldıktan sonraki dönemde Türkiye’de kişi başına düşen gelirin dünya ortalaması kişi başı gelire oranı… Görüldüğü gibi 2005’e kadar Türkiye dünya ortalamasının altında kalıyor. Hatta şu ayrıntıyı vereyim; 1990-2003 arası ortalama olarak Türkiye vatandaşları dünya ortalamasının yüzde 65’i kadar bir gelire sahip. 2005’te dünya ortalamasının üzerine çıkıyoruz ve 2017’ye kadar bu konumu koruyoruz. Sonra ne olduğu ise yine grafikteki kara noktalarda görülüyor.
Bunu kendi kendimize biz yaptık. 2017’ye kadar da Türkiye’de aynı kadrolar iktidardaydı, yani kimse hamaset edebiyatına, anlamsız bahanelere sığınmaya çalışmasın. Soru çok basit; insan kendisine, kendi halkına böyle bir çöküşü neden reva görür? Türkiye’yi 17 yıl önce bulduğu noktaya geriletmenin anlamı nedir? Hükümet bu soruyu kendisine sorsa iyi olur. Veya belki bir sonraki seçimde seçmenin sormasını tercih ederler, kim bilir?