İbrahim Turhan
Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!
Yirmi yıldan fazla oldu; bir toplantıda, ABD Merkez Bankasının efsanevi başkanı, Maestro olarak anılan Alan Greenspan’ı dinliyordum. Merkez Bankası iletişimi ile ilgili şu ifadeleri kullandı:
“Senato Bankacılık Komitesi’ne yaptığım sunum sırasında bir senatör; ‘Sayın Başkan söylediklerinizi gayet iyi anladım ama …’ dediği anda araya girdim ve ‘Sayın Senatör, öyleyse kendimi gerektiği gibi ifade edememişim’ dedim”.
Gerçekten de bir zamanlar merkez bankalarının esrarengiz olması, hatta zaman zaman sürpriz yapmaları iyi bir şey gibi görülürdü. Oysa daha sonra çok sayıda araştırma ve gözleme dayanan bulgu gösterdi ki para politikasının etkinliğini artıran en önemli unsur öngörülebilir olması. Aslında bu durum, ekonomi politikalarının geneli için geçerli. Bireyler ve firmalar, ekonomi yönetiminin niyeti, izleyeceği yol, kullanacağı yöntem ile ilgili ne kadar çok bilgiye sahip olursa alınacak kararların maliyeti de o denli düşük olabiliyor.
Bu girişi neden yaptığımı anlamışsınızdır. Merkez Bankası, 22 Ekim’de Para Politikası Kurulu toplantısında piyasaya büyük bir sürpriz yaptı, bütün beklentilerin aksine politika faizini artırmadı. Bunun üzerine kararın açıklanmasından önce 7,78 seviyesine kadar gerilemiş olan USD/TL kuru gün içinde yüzde 2,5’e yakın artış kaydetti. Piyasalar şaşırmış olabilir ama benim açımdan büyük bir sürpriz olmadı doğrusu. Zira yönetimde kurumlara saygı gösterilmeyince, ehliyetten ve liyakatten yoksun kişilerin elinde kurumsal yetkinlikler zedelenince politikalarda tutarsızlık kaçınılmaz bir son.
Bilimin ve akılcılığın karar alma süreçlerine en büyük katkısı kuşkusuz gerçekliğe uygun davranmayı sağlamaktır. Bence ikinci sırada da tutarlılığı güvence altına almasını zikretmek gerekir. Akla ve bilime sırtını dönenler nesnel gerçeklikle âlâkasız ve tutarsız kararlara mahkum olurlar, hamakat içinde debelenip dururlar.
Şöyle bir bakalım, neler yapılmış:
Hiçbir bulguya dayanmadan ezbere bir kanaatle, “Türkiye'de orta sınıf yok, faiz artışları tasarrufu yeteri kadar artırmaz, yüksek faiz maliyetleri artırır, yatırım ve istihdama olumsuz etki yapar” diyerek kahve muhabbeti seviyesinde bir analizle politika belirlediler. Gerçekle bağdaşmayan bu önyargı ile tasarruf açığı olan bir ülkede, yapısal reformlarla bu soruna çözüm getirmeden düşük faiz politikası izlediler. Oysa geçmiş veriler Türkiye’de kredi kanalının etkili olduğunu gösteriyordu. Bunu küresel Covid-19 salgınının etkisindeyken bile gözlemledik.
Dogmatik kabullerine dayalı; “faizi düşürürsek enflasyon da düşer” konulu ve 120 milyar dolar maliyetli bir makroekonomi deneyi yaptılar. Faizin tüketim talebi üzerindeki etkisini bilmiyorlardı.
Küresel güç dengelerinin değişeceği varsayımı ile Türkiye’nin politika yönelimi açısından iki yüz elli yıllık (resmileşmiş ve yazılı hale gelmiş devlet kararları açısından yüz yetmiş yıllık) tercihini bir çırpıda silip atmaya kalkıştılar. 28 Şubat’ın aktörleriyle kol kola Avrasyacı hülyaları politikalarının temel belirleyicisi yaptılar. Tarihe sadece yüzeysel hamaset düzeyinde ve politikalarına uygun bir araç olarak baktıkları için iyi ilişki ile ittifakı, taktik işbirliği ile stratejik ortaklığı birbirine karıştırdılar.
Yukarıdaki tercihler uygulamaya geçtikçe yurt dışı yerleşiklerin davranışı da bozuldu, küresel sermaye doğal olarak tepki verdi ve finansal piyasalarda oynaklık yaşanmaya başladı. Bunun üzerine “dış güçler operasyon yapıyor” diyerek otuz yılda birçok kişinin fedakâr çabalarıyla geliştirilmiş ve Türkiye’nin yabancı yatırımcılar nezdinde en önemli üstünlüklerinden birini oluşturan yurt dışı TL piyasasını darmaduman ettiler. Kambiyo rejiminde 1990 öncesini hatırlatan manzaralar yaşattılar.
İşler istedikleri gibi gitmeyince mızıkçılık yaptılar. Tarihte ilk paranın basıldığı, ilk borsa işlemlerinin yapıldığı, İpek Yolu üzerinde yer almış, 1980’den beri de serbest piyasa ekonomisini benimsemiş bir ülkede, devletin ve siyasetin bütün ekonomiye tahakküm ettiği, özel sektörün fiyatlama, hatta yönetim tercihlerine bile telefonla müdahale edildiği bir kumanda ekonomisi inşa etmeye kalkıştılar.
2018 Ağustos’ta, 2019 Mayıs’ta yaşanan kur şoklarının ardından kuru kontrol altında tutmak için yabancıyı dışlayan, yerliyi tehditle baskı altında tutan politikalarını bir de arka kapı döviz müdahalesiyle taçlandırdılar. Kuru –herhalde kendileri için önemli olan– kerameti kendinden menkul bazı seviyelerin altında tutabilmek için bir hesaba göre 120 milyar dolar rezerv harcadılar. Tarihte sayısız örneği olduğu üzere bu politika başarılı olmayınca bu sefer; “değerli TL hem ithalatın artması hem de ihracatın düşmesi noktasında ülke ekonomisine olumsuz etki yapar, rekabetçi kur istiyoruz” dediler. USD kuru yıl başına göre yüzde 40 arttı.
Türkiye’nin ithal ettiği ürünlerin ağırlıklı olarak ham madde ve Türkiye’de üretilmesi anlamlı olmayan ara mamuller olduğunu, dolayısıyla kur artışının sanayi üretim maliyetini artıracağını ama ihraç ettiğimiz malların niteliği gereği buna değecek bir kazanç sağlamayacağını bir türlü kavrayamadılar. Finansal kesim dışındaki firmaların net döviz pozisyon açığının 162 milyar dolar olduğunu, kurdaki artışın yol açtığı zararın, Türkiye’de faaliyet gösteren bütün firmaların 2019 yılında gerçekleştirdiği toplam vergi öncesi kârdan yaklaşık 75 milyar TL daha fazla olacağını akıl edemediler.
Şimdi;
• 2021’de vadesi gelecek 350 milyar TL iç borçla,
• 245 milyar TL olarak öngörülen bütçe açığı ile
• Orta Vadeli Planda milli gelirin yaklaşık yüzde 2’si kadar tasarruf açığı olacağı kabul edilen ve dış finansmana gereksinim duyan bir ekonomide,
• vadesine 1 yıl veya daha az kalmış kısa vadeli 165 milyar dolar dış borç stoku ile bize finansman sağlayabilecek taraflara “yaptırımın neyse geç kalma yap” diyerek, dört cephede fiilen çatışarak 2023 hedeflerine(!) yürüyoruz. Gerçi bugün itibarıyla hedeflerden biri, döviz kuruna ilişkin varsayım aşılmış oldu. Öğrendik ki; “son gelen veriler ekonomimizin büyüme patikasına girmesini destekleyecek şekilde rotasında ilerlediğini gösteriyor”muş.
Şimdi anlamışsınızdır yazıya neden bu başlığı seçtiğimi…