İskender Özturanlı
Marmara Şehirlerinin Yaşamı ve Ölümü
Şehirler
Yaygın bir kanıya göre arsa rantı ve inşaat ağırlıklı büyüme, üretim ekonomisi oluşturmayan ülkelerin sorunu olarak görülür. İdeal modelden sağlıksız ve ölçüsüz bir kayma zannedilir. Bu yanlış bir bakış açısıdır. Emlak, arsa rantı ve sermayenin toprak- alan kazanarak birikimini sürdürmesinin nedenleri bambaşkadır. Bizim gibi ülkelerdeki ekonomik tıkanmanın, şehirlerde yaratılan ağır eşitsizliğin, politikanın bir emlak ve arsa rantı çevresinde şekillenen bir imar paylaşım kümelenmesi ile kazandığı dinamiği anlamalıyız.
Bunu doğru anlarsak iklimin, doğal çevrenin-ekolojik bozulmanın süreçler içinde oluşan bir zorunlu hal olmadığını, bu muazzam sermaye birikiminin getirdiği bir siyasal tercihe dayandığını anlarız.
Kapitalizmin son çeyreğinde görülen büyük ve atıl sermaye, birikimin yönünü bir kentleşme ihtiyacı ve baskısı ile birlikte oluşan rantın çevresinde kurdu. Bu David Harvey’in atıl-nakdi paranın yaratılması ve global ölçekteki dolaşımının engellerinin kaldırılmasıyla da arttığı görüşüne dayanır. Tıkanan sermaye hem kendisine birikim yaratma imkanı bulmuş hem de neoliberalizmin altın çağlarının yaşanmasına neden olmuştur.
Türkiye’nin son 20 yıllık sosyo-ekonomik hikayesi, tamamen buna dayanmıştır. Bu aynı zamanda politik bir kaldıraç olarak siyasal açılım ile siyasal baskılanma arasındaki sarkacı hareket ettiriyor. Birikim rejimindeki krizler siyasal anlamda bir tahkimata her zaman imkan vermiştir.
Bugünkü çöküşün en büyük nedeni, Kamusal alanların özel sektöre devri ile ormanlık alanlar, kırlar, arazilerden yamaçlara, şehir içi boşluk alanlarının sahiplenmesi ile yaratılan arsalar ve onlar üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunan bir siyasi düzeneğin yol açtığı hasarlardır.
İnsan yoksulluğundan, çevresel yıkıma, eşitsizlikten kötü ve nepotizme batmış idari modellere, karbon emisyonu ve patlamasından, kontrolsüz ve tahripkar atık yönetimine, şehirlerin kirlenen havasına, kaybolan yeşil alanlardan, insan yerleşimlerinin sıkışıklığın yarattığı ruhsal sorunlara, karanlık, zor yaşanan ve yönetilemeyen şehirlere, bütün bunların denizi, doğayı kirletip beklenmedik iklim hadiselerine yol açtığı bugün gizlenemiyor.
Bize anlatılan hikaye eksik ve yanlıştır. Marmara Denizi ve başta İstanbul olmak üzere Marmara şehirleri toplumsal göç ve yerleşimin zorunlu sonucu olarak patlamamış, tam tersine arazi rantının ve değerine el koyan sermaye ve siyaset-taahhüt üçgeniyle medyada ve reklamlarla cazibesi artırılan kampanyalarla, insanları büyüleyerek, geliştirilmiştir. Şehirler göçe hazır hale bile isteye getirilmişlerdir. Bu en büyük kazançtır çünkü. Bu gelişim sadece para ağırlıklı örgütlenen bir yapı içinde geliştiği için ne sosyal ne ekolojik dengeyi gözeterek ekonomik büyümenin motoru haline getirilmiş, ekonomik eşitsizliği ise arttırmıştır. Siyaset sınıfı, hem bundan beslenmiş hem de bunu beslemiştir. Bu karşılıklı bir ilişki halinde, sermaye, siyaset ve taahhüt üçgeniyle Marmara Denizi ve çevresindeki binlerce yıllık değere sermeye tarafından el konularak, allayıp pullayıp pazarlanmıştır.
Deniz
Eğer böyle olmasaydı, küçük ve evrenin zamanı bakımından genç sayılabilecek, dibi büyük depremler üretebilecek fay kırıklarıyla dolu bir denizin kenarında, yerleşimden sanayiye hizmetten turizme, nakliyeden finansa dek ülkenin bütün devasa örgütlenmesinin bir mantığı olabilir miydi gerçekten?
Avrupa’nın büyük ırmaklarınca beslendiği için devasa bir göl olan Karadeniz’i bir çıkış yolu olarak, göl iken denize çeviren Marmara, 12 bin sene önce buzulların erimesiyle su seviyesindeki farklılığın yarattığı hareketlenmeden oluşmuş benzersiz bir deniz. Bu denizi senelerce araştıran duayen hocamız Cemal Saydam’ın ifadesiyle zaten yüzde sekseni oksijensiz, dibi ölü, astımlı bir deniz. Bunu bile bile bu denizi hala sömürmek çok acı. Hem siyasal iktidar hem de sermaye Marmara’yı sömürerek, değerini kendi doğası ve paylaşımı içinde üretmesine izin vermeden el koyarak, gelişim adı altına küresel sisteme ve finansal düzene uygun ve hizmet eden bir sistem yarattı.
Türkiye’de sermaye ve siyaset Marmara Denizi’ni, Trakya’dan Kuzey Ege’ye insafsızca sömürdü.
Bu model ekonomik olarak da ekolojik olarak da tıkanmış durumdadır. Buna rağmen astımlı denizi belki de son kez dans ettirip tamamen tıkanmasına neden olacak bir Kanal İstabul distopyası dayatılmakta. Kanal İstanbul, yeşil ve oksijenli, hakkaniyetli bir düzen hayalinin son kırıntısını da toplayacaktır. Mesele bu anlamda politiktir.
Şimdi Marmara ölmeden önceki son kusmuğunu bırakıyor, denizi çepçevre saran deniz salyası ve musilajlar ile bütün canlı organizmaları tehdit eden, soğumayan suların derinliklerinde hem onları hem kendisini öldürmek üzere son işaretleri veriyor.
Bu tür organizmalar elbette dünya denizlerinde 200 yıldır var, ama hiçbir zaman bu denli yoğun, yüzeyde ve kalıcı olmadı. Küresel ısınmaya karşı siyaset üretmek kadar müşterek çalışmalar adına sorunu şimdi de çözmek mümkündür. İnsanın ve sistemin tahribatını doğadan kendi kendine temizlemesini beklemek, kendiliğinden geçer demek siyaseten büyük bir aymazlık ve ihanet olacaktır.