KORONA AŞISINI BIRAK, SKANDAL AŞISINA BAK!

Eminim ki birçok insan farkında değil ama Türkiye uzun zamandır bir skandallar ülkesine dönüştü. Son altı ayda yaşanan skandalları/sansasyonel olayları saymaya kalksak büyük olasılıkla arada unutacaklarımız çıkacaktır.
O kadar uzun bir zaman dilimi yerine sadece son birkaç haftada kamuoyunun gündemine giren skandalları sıraladığımızda bile, niye böyle bir giriş cümlesini tercih ettiğimiz kolaylıkla anlaşılacaktır.
Mart ayının son haftasında sosyal medyada yayınlanan bir görüntü üzerine daha sonra “pudra şekeri” olarak anılmaya başlanan skandal ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi AK Parti Genel Merkezi personeli olan bir gencin arkadaşlarıyla birlikte lüks bir araç içinde kokain kullanma görüntüleri sosyal medyada yayınlandı. AK Parti kanadı görüntülerle ilgili, kimseyi tatmin etmeyen ve çelişkilerle dolu açıklamalar yapmaya çalıştı. Konuyu yönetemeyeceklerini fark edince işi yargıya havale ederek kendilerini olaydan sıyırmayı tercih ettiler. Ama kamuoyu, sıradan bir ofis elemanı olduğu açıklanan genç yaştaki birinin göğsünü gere gere teşhir ettiği o lüks yaşamı finanse edecek parayı hangi yollarla elde ettiğini hala merak ediyor.
Son iki haftada kamuoyunun en fazla konuştuğu konu Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar tutarındaki rezervlerinin erimesi ile ilgili tartışmalar oldu. Aslında bu konu yaz aylarından beri ekonomi/finans uzmanları tarafından sıklıkla dile getiriliyordu. Kasım ayında Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ile Merkez Bankası Başkanı Murat Uysal’ın görevden uzaklaştırılmasından sonra tartışma iyice hararetlendi.
Başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere neredeyse bütün CHP sözcüleri bu konuyu sürekli gündemde tutmayı başarmışlardı. Ama iki hafta önce CHP’nin billboard’lara ve parti binalarına “128 Milyar Dolar Nerede?” sorusunu içeren görseller asmaya çalışması üzerine, eriyen döviz rezervleri tartışmasız bir numaralı gündem maddesi oldu. Üstelik emekli amirallerin, iddiaya göre zamanında önce medyaya sızdırılan, “muhtıra” hatta “darbe girişimi” olarak nitelenen basın açıklaması ve arkasından yaşanan gözaltı işlemleri henüz bütün sıcaklığı ile devam ediyorken gündem bir anda 128 milyar dolara odaklandı.
Çok sayıda saygın uzman tarafından büyük bir finansal skandal olarak nitelenen bu tartışma iktidarın cevap vermeye çabalaması ile daha da büyüdü.
Bu süreç sayesinde kamuoyu 2017’den beri Merkez Bankası ile Hazine arasında gizli bir protokol imzalandığını, buna istinaden Merkez Bankası rezervlerinin Hazine adına bir muhabir banka eliyle piyasaya sürüldüğünü, Berat Albayrak sonrasında ise bu tartışmalı yöntemin bir daha kullanılmadığını öğrenmiş oldu.
Geçen haftadan bu yana gittikçe büyüyen bir diğer skandal ise belediyeler eliyle insan kaçakçılığı yapıldığının ortaya çıkmasıydı. İlk önce Malatya Yeşilyurt Belediyesi’nde fark edilen bu skandalın görünenden çok daha büyük olduğu bir süre sonra anlaşıldı. Benzer uygulamaların ülkenin dört bir yanına serpilmiş çok sayıda belediyede yaşandığı geldiğimiz noktada anlaşılmış bulunuyor. Belediyelerin yanı sıra nüfus idareleri ve valiliklerin de karıştığı bu suistimaller zinciri hakkında idari ve hukuki incelemeler başlatıldı. Olay muhtemelen önümüzdeki süreçte çok daha büyüyecek.
Kamuoyu bu konuları tartışırken CHP Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç’un yaptığı açıklama ile, Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın kendi şirketinden yönettiği Bakanlığa 9 milyon liralık dezenfektan satışı yaptığı anlaşıldı. Beş gün boyunca ne Bakan, ne Bakanlık ne de AK Parti kanadından herhangi bir açıklama gelmedi. Nihayet dün Bakanlık bu iddiayı doğruladı. Bu yazıyı kaleme alırken de Bakan’ın görevden alındığı haberi gündeme düştü.
Peki bunca skandal yaşandı da ne oldu? Daha açık soralım: İktidarın veya iktidara mensup kişi/kurumların dahil olduğu skandallar ortaya çıkmasına rağmen acaba “artık iktidar sallanıyor” diyebilir miyiz? Yoksa bundan öncekiler gibi şu an konuştuklarımızı da bir süre sonra unutacak mıyız?
Geçen Temmuz ayında bu köşede “Skandal Aşısı” isimli bir yazı yayınlamıştım. Yazının ilham kaynağı Time dergisinin köşe yazarlarından David French’in kaleme aldığı “Neden John Bolton’un Kitabındaki İfşaatlar Trump Diyarı’nda Bir Değişikliğe Neden Olmayacak?” (Why John Bolton Book’s Revelations Won’t Make a Difference in Trumpland?) başlıklı makaleydi.
Makale Trump’ın 2018-2019 arasında Ulusal Güvenlik Danışmanı olan John Bolton’un yazdığı ve Trump hakkında skandal açıklamalar içeren kitabın neden beklenen etkiyi yaratmadığı ve yaratamayacağı sorusuna yanıt vermeye çalışıyordu.
French bu işin sırrını şöyle açıklıyordu: Ekibindekiler Trump’ı sürekli övüyor ve kamuoyu önünde Başkan’ı yüksek bir tonda savunuyor. Bu savunuların volümü Trump’ı destekleyen medya organları tarafından daha da yükseltilerek kamuoyuna aktarılıyor ve seçmenler kendisine ulaştırılan argümanlara inanıyor. Dolayısıyla muhalefetin ortaya serdiği iddialar söz konusu seçmen kitlesi üzerinde yeterli etkiyi yaratamıyor. Neticede bir çeşit “paralel bilgi evreni” oluşturuluyor ve seçmenler gerçeğe karşı aşılanıyor. Dolayısıyla popülist siyaset evreninde, skandallara karşı kendini savunmaya hazır yeterince gönüllü sözcüsü ve medyası bulunan bir lideri yıpratmak uzun zamandır mümkün olamıyor.
Söz konusu yazıda French’in anlattığı bu durumu “skandal aşısı” olarak isimlendirmiştim. Ortaya çıkan bunca sansasyona rağmen, iktidarın her şey normalmiş gibi davranabilmesi ve kamuoyunun önemli bir bölümünün de ortaya çıkan skandallara duyarsız kalmasında, AK Parti’nin uzun zamandır kullanmakta olduğu bu aşılama taktiğinin etkili olduğunu düşünüyorum.
Hatta Türkiye’de özellikle sağcı iktidarların seçmenlerini aşılama performansının Trump’tan çok daha ileride olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. İSKİ skandalı sol seçmenlerde bir infiale neden olmuşken, o dönemlerde ANAP’ta yaşanan ve bir bakanın gerçekleştirdiği (İsmail Özdağlar) rüşvet skandalı yahut Turgut Özal’ın ailesinin karıştığı Jaguar skandallarının aynı infiali yaratmadığını biliyoruz.
Skandalların dışında, artık yapısallaşmış bazı etik sorunlar (adam kayırma, torpil, yolsuzluk vs.) karşısında da seçmenlerde benzer bir duyarsızlık söz konusu. Toplumca ayıplanan çeşitli olayların yaşandığına dair kamuoyunda farkındalığın yüksek olmasına rağmen, oy tercihinin bundan etkilenmediğini araştırmalar defalarca teyit etti. Yani seçmene “adam kayırma, torpil ve yolsuzluk var mı?” diye sorduğunuzda yüzde 70-90 aralığında “evet” cevabı verirken, aynı zamanda iktidara oy vereceğini de söylüyor.
Önümüzdeki süreçte durumun aynen devam edeceğini iddia etmek, tarihin ve siyasetin donduğunu söylemek anlamına gelir ki, ben buna katılmıyorum. İktidarlar skandal aşısı konusunda ne kadar iyi performans gösterirse göstersin, seçmenlerin toleransının da bir sınırı olduğu muhakkak.
Trump’ın seçimi kaybetmesi, diğer popülist liderlerin kamuoyu desteklerinde gözlemlenen düşüşler, 2018’den bu yana Cumhur İttifakı iktidarına olan desteğinin yönünün aşağıya doğru olması ve AK Parti’nin uzun zamandır yüzde 40’ın altına demir atması gibi göstergeler, bir tolerans eşiğinin varlığının delilleri olarak kabul edilebilir.
Hiçbir şey olmadıysa bile muhakkak bir şeyler oluyor. Ama bu sefer biz de anlıyoruz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Uslu Arşivi