Selin Nasi
İstanbul’u kaybetmek
Bir süredir dost sohbetlerinde laf dönüp dolaşıp aynı konuda düğümleniyor: İstanbul’u kim alacak? Mayıs seçimleri sonrası Kemal Kılıçdaroğlu’nun koltukta kalma ısrarına tepkili muhalefet seçmeninin CHP’ye cevabını sandıkta vermesi ve faturayı İstanbul üzerinden kesmesi olası ve tedirgin edici bir senaryo.
Yerel seçimlerde İstanbul’un kaybedilmesi, Kanal İstanbul gibi şehrin ekolojik dengesini geri dönülmez şekilde bozacak çeşitli projeler ve yeni inşaat ihalelerinin hayata geçmesini mümkün kılarak en hafifinden mevcut nüfus ve trafik yükünü katlayacak. Uykuya yatılan her geceyi tedirgin kılan deprem riski ortadayken, yapılaşmaya tam gaz devam edilmesi altyapı sorununu iyice içinden çıkılmaz hale getirecek. Şehrin belki bugünkü halini bile özler duruma geleceğiz.
Bir taraftan, yakın zamana dek yaşadığım İstanbul’la belleğimde canlı tutmaya çalıştığım İstanbul arasındaki makasın giderek açıldığını görüyorum. Aslında böylesi büyük metropollerin ekonomik büyüme ve insan göçüne paralel zaman içinde genişlemesi ve değişime uğramasında şaşılacak bir şey yok. Ancak her büyümeyi olumlu olarak niteleyemeyiz. Sonuçta kanser dediğimiz şey de gelişimini tamamlamış bireyin vücudunda anormal hücrelerin kontrol dışı büyümesi değil midir? Bir şehrin plansız, kontrolsüz büyümesinin yol açtığı sorunlar, yaşamı çekilmez kılabiliyor.
Zamanla değişen yalnızca İstanbul’un mimari görünümü değil elbette. Şehrin kültürel dokusu, demografik yapısı da değişmeye, dönüşmeye devam ediyor.
İnsanların sokakta karşılaştıklarında birbirine selam verdikleri, tayyörlü kadınların takım elbiseli beyefendilerin koluna girerek Pera’ya çıktıkları İstanbul’a yetişemedim, ne yazık ki. Ama benim çocukluğumun geçtiği İstanbul’un tepeleri daha yeşil, sokakları daha güvenli, insanları daha kibardı.
Belki bu satırları okuyanlarınızla Bağdat Caddesi’ndeki İdris’te alüminyum tabaklarda servis edilen çıtır lahmacundan yerken karşılaştık. Ya da çıkışta hemen yanı başındaki Sini’den dondurma alırken…
Belki de uzun selviler ve kavak ağaçları ortasına kurulu, tahta sandalyeli yazlık sinemaların birinde denk gelmişizdir, bir elimde kese kağıdında sıcak çekirdek, diğerinde kahverengi şişeli Fruko meyve suyuyla, kayısılı, hani taneleri ağza gelen...
Yolunuz düşüp, babaannemlerin Gayrettepe’de oturduğu Emel Apartmanı’na misafir gelmiş de olabilirsiniz. Üç asansörlü, her katında altı daire bulunan dönemin geniş apartmanlarındandı. En soldaki asansörün yavaş çalışmasından dolayı dedem Adil Bey “o asansör yaşlılar için,” derdi, yüzünde muzip bir tebessümle. O günlerde bana çok büyük görünse de benim bugünkü yaşlarımdaydı ve elbette kendini yaşlı addetmiyordu.
Emel Apartmanı adeta Kulüp dizisinin vücut bulduğu bir yerdi. Koridorlarda Rumca, Ladino ve çeşitli şiveler kulağınıza çalınırdı. Komşular akşamları çatı katında sosyal tesis gibi kullanılan salonda buluşur, sohbet eder, briç oynarlardı. Babaannemin, komşularının bazılarına “hanım” bazılarına “madam” şeklinde hitap etmesi dışında, davranışlarında gözüme çarpan bir farklılık görmeden büyüdüm. Herkesin öyle bakmadığını zamanla öğrenecektim.
İstanbul’un coğrafya dersinde okuttukları o dört mevsimini yaşayıp, baharların yok olmadığı dönemlerin tadını çıkaran, avlanma yasağı kalkınca lüfere doyan, Boğaz’dan gönül rahatlığıyla denize girmiş son nesil olabilirim.
Taksim Meydanı musalla taşı modeli çiçekliklerle kaplı beton çölüne dönmeden önce, İstiklal Caddesi’nin ağaçlı halini yaşadığım için de şanslı sayılırım. 94’teki meşum saldırıya dek gitmeyi en sevdiğim yerlerden biri the Marmara’nın kafesiydi. Carmina Burana balesini ilk kez AKM’de seyretmiştim, İtalyan Kültür’e dil kursuna gittiğim yıllarda. Arkadaşlarla tiyatro ya da sinema çıkışı illa İnci’ye uğrar, bir profiterol paylaşırdık. Geriye dönüp bakınca, Beyoğlu’nun 90’larda küllerinden doğup kültür hub’una dönüşmesine, yükselişine ve düşüşüne tanıklık etmişim. Bugünse tabiri caizse can çekişiyor. Hele o gözleri kanatan restorasyon abideleri, kaybettiklerimizin yerine yenisini koymakta ne denli başarılı olduğumuzu yüzümüze vuruyor ama anlayana…
İstanbul’un hem Asya hem de Avrupa yakasında çeşitli semtlerinde oturdum. Ama kendimi en çok ait hissettiğim yer hala okul hayatım boyunca oturduğumuz Nişantaşı’dır. Her gittiğimde dilencisinden seyyar satıcısına, çiçekçisinden kapıcısına illa bir tanıdık yüze rastlarım.
Ne yazık ki orada da kişisel tarihimin köşe taşı sayılan mekanlarının pek çoğu bugün artık yok. Her ayın başında karışık kaset almak için uğradığım Teşvikiye caddesindeki Genesis müzik; cep telefonu yokken arkadaşlarımızla habersiz şekilde buluşabildiğimiz Reasürans pasajındaki Touchdown Cafe… Bir Işıklı olarak derse girmeden evvel kahvaltıya gelen arkadaşlarımızla toplanma yerimiz olan Saray Muhallebicisi’nin hala açık olmasına seviniyorum. Çünkü bir Bahar Pastanesi’ne, Konak’a, Kırıntı’ya maalesef sahip çıkamadık. Yerel butiklerin yerini nasıl uluslararası zincir mağazalar aldıysa kafe ve restoranlar da zincir markalarla rekabete, kira artışlarına yenik düştüler. Artık hangi semte giderseniz gidin, birbirinin aynısı dükkanlara, yiyecek içecek yerlerine rastlıyorsunuz.
Ev sahipliği yaptığı hastane ve sağlık merkezlerinden ötürü medikal turizmin önemli bir durağı haline gelen Nişantaşı, merkezi konumu sebebiyle yabancıların emlak yatırımı için de tercih ettikleri bir semt. Dolayısıyla, İstanbul içinde demografik yapının değişimini rahatlıkla gözlemleyebileceğiniz yerlerden biri. Zaten son birkaç senede pıtrak gibi çoğalan abiyeciler, kristal avizeli dükkanlar, insana uydurukmuş hissi veren “paşa dede” logolu lokumcular hep alım gücüne sahip bu yeni kitlenin zevk ve taleplerini karşılamaya dönük hizmet veriyor.
Son zamanlarda anladım ki bir mekânı güzel kılan yalnızca dekor değil, içindeki insanlar, yani kimlerle bir arada olduğumuz… İstanbul’u ister Türk ister yabancı olsun “para bende, dilediğimi yaparım” nobranlığıyla hareket eden kitleler çirkinleştiriyor. Eğlence yerlerinin tutarsız fiyat politikaları aptal yerine konulduğumu hissettiriyor. Trafikte bir yerden bir yere varmaya çalışırken yorulduğum gibi kaybettiğim zaman da cabası. Birinin kafasının kızıp silahına davranması neticesinde “niyazi” olmak işten bile değil. Yaya olarak da ne yaya geçitleri ne de kaldırımlar güvenli. Ters düz dinlemeden kaldırıma çıkıp üzerime süren motorlu kuryeler, elektrikli scooterlar, asla yol vermek istemeyen sürücüler, kaldırımda beşerli gruplar şeklinde yürüyüp adeta alan savunması yapan ve yol isterseniz sizi tersleyen turistler…Hemen herkesin bezginliği, asabiliği…Yoruyor.
Özellikle yurt dışına taşındığımdan bu yana, doğup büyüdüğüm şehre dönmeyi, belli mekanları ziyaret etmek suretiyle anılarımı kilitli kutularından çıkarıp havalandırmayı özlüyorum. Ama her gelişimde belleğimde kalandan daha farklı bir İstanbul buluyorum. Kekremsi bir tat bırakıyor damağımda. Şehirdeki izlerim silinirken, bendeki İstanbul’u geri gelmeyecek şekilde kaybettiğimi hissediyorum.