İbrahim Uslu
FİKRİ HÜR, VİCDANI RAHAT
2004 yılında İstanbul’dan Ankara’ya taşındıktan çok kısa bir süre sonra İsmail Küçükkaya ile tanışmıştım. O yıllarda Akşam Gazetesi’nin Ankara temsilcisiydi. İçtenliği ve samimiyeti, insanlara değer vermesi, kibirsiz özgüveni, sahici nezaketi ve her şeyden önemlisi her haliyle “neysem oyum, kafamın arkasında tilkiler dolaşmıyor” diyen doğal haliyle çok kısa sürede gelişti dostluğumuz. Defalarca evimizde ağırlama şansına sahip olduk.
Tanıştığımızda Ankara’daki en genç gazete temsilcisiydi, sonra da yine en genç yayın yönetmeni olarak İstanbul’a gitti. Bir ayağı hep Ankara’da olduğu için dostluğumuz da hiç kesintiye uğramadı. O dönemde ben de medyanın ve kamuoyunun çok ilgilendiği düzenli siyasal araştırmalar yapan bir şirketi yönetiyordum. Söz konusu araştırmaları müşterilerimiz için yaptığımızdan hizmete özel tutar ve medyayla paylaşamazdık. Bunu bilmelerine rağmen, taşıdığı haber değeri nedeniyle medyadan arkadaşlar sık sık araştırmalarımızı kendileriyle paylaşmamızı rica ederlerdi. İsmail Küçükkaya bu konuda bir istisnaydı ve yakın dostluğumuza rağmen bir kere bile araştırmalarımızı yayınlamak üzere benden istemedi. Çok sevdiği mesleği uğruna bile dostluklarını suistimal etmeyecek kadar ilkelidir İsmail.
Aynı zamanda da cesurdur. AK Parti ile o dönemde “Cemaat” olarak isimlendirilen FETÖ arasında gerilimin tırmanmaya başladığı ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişiminde bulundukları Şubat 2012’de, Akşam Gazetesi’nden Şenay Yıldız benimle, AK Parti-Cemaat gerilimini konuştuğumuz uzun bir röportaj gerçekleştirdi. Ertesi gün gazetenin manşeti benim “Cemaatin 10 Milyon Üyesi Olsa Kendisi Parti Kurar” sözlerimdi. Herkesin karnından konuştuğu, Hükümete en yakın gazetelerin bile doğrudan eleştirmeyi göze alamadığı ve insanların Hoca Efendi güzellemesi yapmaya devam ettiği bir dönemde o manşetle çıkıp, hem söz konusu yapının siyasi iktidarı belirlemeye gücü yetecek kadar oyu olduğu tabusunu sarsmak hem de o sinsi örgütün hedefi haline gelme riskini göğüslemek gerçekten büyük cesaretti. Bu tarz tutumlarının karşılığı ise FETÖ tarafından üç yıl boyunca yasa dışı şekilde dinlenmesi oldu.
Bir çoğunuzun bildiği gibi İsmail Küçükkaya bundan bir süre önce “Fikri Hür Vicdanı Hür” başlıklı bir kitap yayınladı. Bir çırpıda okunan, dili çok sade ama o dönemleri yaşayanlar için çok güçlü ifadelerin bolca yer aldığı kıymetli bir çalışma.
Kitap tam olarak ne bir otobiyografi, ne bir dönem kitabı, ne medya siyaset ilişkisini analiz eden bir çalışma, ne de yakın tarih anlatısı. Aslında hepsinden yeterince var ve tüm bunların ötesinde hepimizin ortak hikayesine kendi yaşanmışlıklarını ve değerlendirmelerini ekleyerek bu ortak hikayeyi daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Burada standart bir kitap değerlendirme veya tanıtım yazısı yazmak niyetinde değilim. Zaten kitapla ilgili şimdiye kadar çok güzel değerlendirmeler yapıldı ve ben istesem de onlardan daha iyisini yazabileceğimi düşünmüyorum.
AK Parti’yi ilk günden itibaren yakından gözlemlediğimi düşünürüm. Birçok kimse de bu kanaatime işin doğrusu itiraz etmez. Ama şimdi İsmail’in kitabında anlattığı bir sürü olayı okurken, o dönemde bunları yaşadığımız halde anlamını ve sonuçlarını iyi idrak edemediğimizi fark ediyorum. Kitabın beni en çok etkileyen yönü bu oldu. Örneğin daha 2008 yılında Akşam Gazetesi’nin İstanbul’daki hava kirliliğini konu alan “Bedava Zehir” manşetine Başbakan Erdoğan’ın çok sinirlenip bir kongre esnasında yaptığı konuşmada gazetenin patronuna hitaben “Yalan haber yapıyorsunuz! Kapat o gazeteyi!” şeklinde seslenmesi, AK Parti’nin daha sonra medya ile ilgili tutumları konusunda çok şey anlatıyor. İtiraf edeyim ki o günlerde ben bu tutumun sonradan birlikte yaşadığımız gelişmelere dönüşebileceğine hiç ihtimal vermemiştim.
Erdoğan’ın bu çıkışına Küçükkaya’nın “Sayın Başbakan; gazetenin kapatılmasından söz ediyorsunuz. Bu, hiçbir koşulda sizin telaffuz etmemeniz gereken bir yaklaşımdır” şeklindeki yanıtının yanı sıra Sedat Ergin’in “Gazete kapatmak otokrasilere yakışır, demokrasilere değil” uyarısının ne kadar önemli olduğunu da ancak şimdi geriye bakınca anlayabiliyoruz.
Kitabın “Bize Ne Oldu Böyle” başlığını taşıyan ikinci bölümünde AB üyesi olma hayaliyle başlayan bir hikayenin nasıl olup da bu gün içinde bulunduğumuz haline evrildiğini değerlendirdiği bölümü de ben çok önemli buluyorum. Yine bizzat yaşadıklarını merkeze alarak bu süreci okuyucusunun zihninde berraklaştırıyor. Bence çok değerli tespitleri var.
“Toplum Olmayı Başarmak” başlıklı üçüncü bölüme “Bu konuda olumlu olabilmeyi çok isterdim, ancak kanaatimce biz toplum olmayı başaramadık” diyerek başlaması bence çok çarpıcı. Gerekçelerini uzun uzadıya anlatıyor. Katılmadığınız yorumları olabilir, benim de farklı düşündüğüm değerlendirmeleri var. Ama yine de henüz bir “toplum” olmayı başaramadığımız kanaatini paylaşıyorum.
Bana göre kitaptaki en sarsıcı sayfalar birinci bölümün sonunda yer alan “Korkmadan…” başlığı altında yazılanlar. Bir gazetecinin başına gelebilecek ve ülkemiz için sıradan olan tehditleri tartıştığı bu bölüm, her türlü ölçüsüz eleştiriyi yöneltmekte kendimizi özgür gördüğümüz gazetelerin ve gazetecilerin işlerini yapabilmek için herkesten daha fazla fedakarlığa katlanmak zorunda olduğu gerçeğini yüzümüze tokat gibi vuruyor. Önceki sayfalarda gazeteciliğin bir kariyer değil “duruş” olduğunu belirten Küçükkaya “Korksan da dik duracaksın. Korksan da boyun eğmeyeceksin. Korkmana rağmen boyun eğmiyorsan daha anlamlıdır” cümleleriyle bu duruşun tarifini de yapıyor.
Ellerine sağlık İsmail Küçükkaya… Ben hem yaptıklarını hem de yazdıklarını bir kere daha takdir ettim. Ve ülkemizde habercilik yapanlara karşı bakışımı gözden geçirmek ihtiyacı duydum.