Ayşe Baykal
Enes’in ölümü bir “insanlık sorunu”dur.
Millet olarak hepimizi derinden sarsan Enes Kara’nın intiharının ardından konuşuyoruz, tartışıyoruz. Enes, cemaat evi veya yurdunda kalmış. Bu konuda söyleşiler yapılıyor, uzman olan olmayan herkes görüş bildiriyor.
Bugün farklı bir pencereden bakalım istedim. Ve eğitimci–psikolog Murat Ural’la Enes’in intiharı üzerine bir söyleşi yaptık. Her şey bu ülkenin gençleri için.
Murat Bey bir öğretmen olarak Enes’in intiharını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir öğretmen olarak değil de yaklaşık yirmi beş senedir eğitim hayatının içinde görev alan bir “insan” olarak sorunuzu yanıtlamak isterim. Çünkü Enes’in ölümü bir eğitim sorunu olmanın ötesinde bir “insanlık sorunu” olarak hepimizi derinden etkiledi. Tabii ki eğitim boyutu bu intiharın değerlendirilmesinde merkezi bir yere sahip. Meseleyi insan ve eğitim anlayışını birleştiren geniş bir çerçevede değerlendiremezsek herkesin kendi ezberini tekrarladığı kör tartışmaların içinden çıkamayız.
Ezber yaklaşımlar bizim toplumsal sorunumuz sanırım.
Hemen her toplumsal hadisede olduğu gibi bu dramatik intiharda da kamuoyunda (sosyal medyada) iki keskin taraf oluşuverdi. Bir kesim koro halinde ve hınçla “Cemaat yurtları kapatılsın, dinci eğitim çocuklarımızı öldürüyor” derken, diğer kesim ise intiharı önemsizleştirerek, “Sizin niyetiniz çocuklarımızın din eğitimi almasını engellemek” şeklinde pozisyon aldı. İki taraf da meseleyi bir insanlık ya da eğitim anlayışı sorunu olarak ele almanın çok uzağında kaldı.
Enes’in intiharı sonrası sorumluluk tartışmaları oldu… Aile, cemaat ve devlet üçgeni arasında tartışılan konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Aslında her intihar geride kalanlara bir ihtardır, Enes’in intiharı ise kanaatimce toplumun eğitim anlayışı üzerinden insana verdiği değere karşı bir ihtar olarak da okunabilir. Her iki kesimden de gençlerimizi buhrana ve değersizliğe sürükleyen “başarı-sonuç odaklı eğitim” anlayışına ciddi bir tepki gelmedi maalesef. İnanç bakımından farklılaşan çocuklarının -dini ritüellerini yerine getirdiği bir ortam sayesinde- ahiretini kurtaracaklarını düşünen ve zorla dini vasıflı yurda yerleştiren ailesi bu yönden şiddetle eleştirilirken, onu hiç istemediği halde Tıp Fakültesine yönlendirmeleri ve başka bir fakülteye geçmesini engelleyerek büyük bir çaresizlik ve acizlik içinde bırakmaları kimsenin tepkisini çekmedi. Enes’in intiharının iki ana sebebi olarak gördüğüm ve onun hayatını “yaşamaya değmez” hale getiren bu iki zorunluluğun da arka planında “ikiyüzlü bir toplumsal uzlaşmayla” kabul ettiğimiz “başarı-sonuç” odaklı “eğitim –insan” anlayışının yattığını görmediğimiz sürece intiharından kimin sorumlu olduğunu fark edemeyeceğiz.
Olayı daha geniş boyutta mı ele almamız gerekiyor?
Meseleyi aile-cemaat-devlet üçgeni içine hapsederek tartışanlar, kendilerinin de sorunun bir parçası olduğunu örtecek bir şekilde siyasi bir pozisyon almakta ve daha da vahimi bu hadiseden kendileri lehine bir başarı-sonuç çıkarmaya çalışmaktalar. Birbiriyle çatışır gibi gözükse de eğitimi ve insanı tamamen niceliksel ölçülerle değerlendirmek hususunda uzlaşı içinde olan kesimler, Türkiye’deki toplumsal kamplaşmaların aslında ne kadar yapay olduğunu, farklı toplumsal gruptaki gençlerin hayati sorunlarının -tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi- aslında birbirinden hiç de farklı olmadığını anlamadığı sürece sahici ve müşterek bir çözüm yolu bulamayacağız. Bir ara popüler olan bir söyleme atıfla diyebiliriz ki, “Türkiye’nin beka meselesi insan ve eğitim anlayışıdır.”
Günümüzün sorunlarından biri, gençlerin umutsuzluk ve mutsuzluk sorunu… Bu, ekonomik imkânları olan ailelerinin çocukları için de böyle… Bu husustaki gözleminiz nedir?
Sorunuzda geçen umutsuzluk ve mutsuzluk kelimeleri arasında sadece ses benzerliği yok, insanı mutsuz kılan başlıca sebep umutsuzluğudur gerçekten de. Gençlerin, şikâyet ettiğimiz, “hiçbir şeyden mutlu olamama hallerini” sadece tatminsizlikleriyle açıklamaya çalışmak biraz kolaya kaçmak olacaktır. Sizin de ifade ettiğiniz gibi ekonomik açıdan sıkıntı yaşamayan ve bu bakımdan gelecek kaygısı olmayan gençlerde de yaygın bir umutsuzluk ve buna bağlı mutsuzluk sorunu yaşanmakta. Bu da meseleyi geniş bir perspektiften ele almak zorunda olduğumuzu gösteriyor yine. Ülkemizin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik koşullar, belirsizlikler, dünya genelinde yaşanan pandemi krizi gibi hadiseler gençleri de doğrudan etkiliyor şüphesiz. Ancak gençlerle ilgili yaşadığımız tüm sorunların temel kaynağına yani mevcut eğitim anlayışına geri dönersek, müfredat ve sınav sarmalı içinde güncel hayattan kopuk ve keyifsiz bir okul hayatına mahkûm ettiğimiz çocuklarımız, gençlerimiz kendilerini tanıma ve geleceğe dair öngörülerde bulunma vasfını bir türlü kazanamamaktalar.
Gençlerin kendilerini tanımaları için ne yapmamız gerekiyor?
Mevcut ve potansiyel imkânlarını keşfedip geliştiremeyen gençlerde, geleceğe dair bir kaygı ve umutsuzluk boy gösterirken devreye hemen önlerine sunulan paket çözümler girivermekte. Yine hangi toplumsal kesimde olduğu fark etmeksizin rağbet gören bu çözümlerin başında, geleceklerini ülkeleri dışında planlamak geliyor. Sizin de dikkatinizi çekmiştir mutlaka, son dönemde “bu ülkeden bir gelecek çıkmaz, burada okumaktansa gidip Amerika’da bulaşık yıkamayı tercih ederim” diyenlerin sayısı ciddi anlamda artış göstermekte. Başarı-sonuç odaklı eğitim gençleri bu yöne teşvik ederken, aidiyet ve mensubiyet gibi değerler dolara endekslenmiş duruma geldi.
Gençlerimizin Amerika’da bulaşık yıkamayı tercih etmelerinin sebebi umutsuzluk mu?
Hayattaki tek amacı daha fazla para kazanmak olan gençlerin geleceğe dair planlarının gerçekleşmeme olasılığı onların umutsuzluklarını ve mutsuzluklarını hızla artırıyor. Yine insana ve hayata verilen toplumsal değerin belirleyiciliğine vurgu yapmak istiyorum. İnsana ve hayata hak ettiği değeri vermediğimiz ve buna uygun bir eğitim anlayışını talep etmediğimiz sürece ölümcül bir hastalık olan umutsuzluk gençlerimizin yakasını bırakmayacak. Onların umutsuzluğu ise toplum olarak mutsuzluğumuzun prangası olmaya devam edecek.