İbrahim Turhan
Coronadan Önce
Zaman, hayatın bütün dağdağasıyla akıp gidiyor; biz fâniler arkasından
bakıp gördüğümüz izleri “tarih” diye kayıt düşüyoruz. Tarihin dalgaları arasında yolumuzu kaybetmemek için fener misali bellediğimiz nirengi noktalarımız var. Bazı olaylar, çağların kapandığı,
yenilerinin açıldığı dönüm noktaları
vazifesi görüyor. Söz konusu olan tarih
nehrini çığırından oynatacak denli büyük
olaylar olduğunda ise böyle dönümlere
“milat” diyoruz. Arapça vav-lam-dal
(v-l-d) “doğurmak” fiilinin kökünden
“ism-i zaman” veya “ism-i mekân”
olabilecek ve bizim çok iyi bildiğimiz
“mevlid” ile akraba olan bu kavramı, çok
büyük doğumlara işaret etmek, öncesi
ile sonrasının ne kadar farklı olduğuna
dikkat çekmek için kullanırız. Corona
virüs salgını işte böyle büyük kırılma
anlarından biri olmaya aday. “Milattan
Önce (M.Ö.)” ve “Milattan Sonra (M.S.)”
kavramlaştırması Covid-19 salgını için
rahatlıkla uyarlanabilir. Biraz iddialı ve
erken bir tespit olarak görebilirsiniz ama
dilimizi C.Ö. ve C.S. ifadelerine alıştırmamız gerekeceğini düşünüyorum.
C.Ö. dünyasında –son dönemlerde
biraz örselense de– belirleyici dinamiğin küreselleşme olduğu bir ekonomik
ve finansal ortamdaydık. Küresel ekonominin aktörleri, merkezde yer alan
‘gelişmiş ekonomiler’, çevrede yer alan
‘gelişmekte olan ekonomiler’, bu iki grup
arasında geçiş formu ve denge görevi
gören ‘gelişen piyasa ekonomileri’ olarak
sınıflandırılıyordu. İkinci ile üçüncü grup
arasındaki en temel fark, gelişen piyasa
ekonomilerinin 1990’lardan itibaren
deregülasyon (yasal kısıtların gevşetilmesi), dışa açılma-entegrasyon ve piyasalaşma dalgalarının üzerinde durarak
‘yükselmeyi’ başarmasıydı. Başlarda,
küresel sisteme ilişkin kararlar en zengin
yedi ülkenin (ABD, Japonya, Almanya,
Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada) oluşturduğu G-7 kulübünde alınırken 1997
Asya Krizi ile birlikte dünya dengelerinin
değişmekte olduğu görülmüş, merkez
ile çevreyi sağlıklı ve sürdürülebilir bir
dengede tutabilmek için yarı-çevre ülkelerinin de yer aldığı daha kapsayıcı bir
kulüp olan G-20 kurulmuştu.
C.Ö. döneminde küresel ekonomide
gelişen piyasa ekonomileri ile gelişmiş
ekonomiler arasında birinciler lehine belirgin bir büyüme hızı farkı vardı. Gelişen
piyasalar büyük adımlarla aradaki farkı
kapatıyor (iktisat yazınındaki yakınsama-convergence), böylece küresel
ağlarda ham maddelerin, malların ve
hizmetlerin merkezden yarı-merkeze ve
çevreye sağlıklı biçimde deveran etmesi sağlanıyordu. Küresel entegrasyon
arttıkça bu düzende denge işlevi gören
gelişen piyasa ekonomileri giderek
nimetlerden daha fazla yararlanıyor,
buralarda yaşayan insanların refah
düzeyi artıyordu. Bu, küresel düzenin
sürdürülebilir büyüme ve küresel refah
karşılığında gelişen piyasalara ödediği
bir komisyon ücreti gibiydi.
Gelişen piyasalar işi ilerletti. 2011
yılında ilk defa gelişen piyasa ekonomilerinin ve gelişmekte olan ülkelerin
küresel üretim içindeki payları gelişmiş
ekonomilerin payını geçti. Bu zaferin
temsilcisi olan Çin cari kur ile hesaplandığında dünyanın ikinci, satın alma güzü
paritesine göre düzeltilmiş hesaplama
ile dünyanın en büyük ekonomisi haline
geldi. Hindistan, Brezilya, Rusya, Avustralya, Güney Kore, Meksika, Endonezya
ve Türkiye küresel ekonominin “sistemik
olarak önemli” aktörleri olarak taltif
edildi. Sıralamada biraz daha aşağılarda ve ekonomik açıdan biraz daha
sorunlu da olsalar Arjantin’in ve Güney
Afrika’nın piyasa haberleri küresel platformlarda “son dakika” etkisi yaratabilecek durumdaydı.
Gelişen piyasalara olan sermaye
akımları da aynı oranda artıyordu. 2008
Küresel Krizinin hemen öncesinde gelişen piyasalara olan küresel sermaye akımı net olarak yılda 1,3 trilyon ABD doları
seviyesine ulaşmıştı. 2018 gibi zorlu bir
yılda bile gelişen piyasalar 1 trilyon doların üzerinde küresel sermayeyi çekmeyi
başarmıştı. Bu arada, bu ekonomilerdeki
borç miktarı da yıllık üretimlerinin iki
katını geçmişti. Buna rağmen ekonomilerin büyüme hızı, varlıklarının değerinin
sürekli artması ve getiri oranlarının çok
yüksek olması bu piyasalara ilgiyi devam
ettiriyordu.
Bununla birlikte dış ticaretlerinde
(ithalat lehine) dengesizliği bir türlü
çözemeyen, kısa vadeli yabancı para cinsinden borçları uluslararası rezervlerine
göre yüksek olan, kamu maliyelerinde
sorunlar gözlenen ve bankacılık sektörlerinin sağlığı konusunda tereddütler
uyanan bazı gelişen piyasa ekonomileri
2019’dan itibaren diğerlerinden belirgin biçimde olumsuz yönde ayrışmaya
başladı. Hindistan, Brezilya, Güney
Afrika, Arjantin ve ne yazık ki Türkiye’nin
de içinde bulunduğu bu gruba “kırılgan
ülkeler” adı verilmeye başladı.
Covid-19 salgınıyla birlikte başlayan
C.S. döneminde gelişen piyasa ekonomilerinin o eski dönemdeki varlık günlerini
yeniden yaşaması kolay görünmüyor.
Gelişmiş ekonomiler ile aralarındaki büyüme farkı geçen on yıla göre çok daha
düşük olacak. Küresel ticaret, tedarik
ağları, küresel üretimin değer zinciri gibi
konuların hepsinde ciddi sorunlar yaşanabileceği anlaşılıyor. Dünyadaki toplam üretim miktarı C.Ö. dönemdeki 90
trilyon dolar seviyesinin altında kalacağı
uzunca bir evreye hazırlanırken bundan
en fazla zarar görecek olanlar, geçmişte
küresel entegrasyonun primlerini toplamış olan gelişen piyasa ekonomileri
olacak. Ne yazık ki bunların borçları çok
yüksek; üstelik yabancı para cinsinden
borçları Küresel Krizden beri iki katından
fazla arttı. Ekonomilerinin yeni ortama
uyum sağlama yeteneği görece düşük.
Toplumsal ihtiyaçlarını karşılamada
daha fazla zorlanmaları ve bunun sosyal
gerilimlere, siyasal sorunlara yol açması
ihtimali ihmal edilemeyecek bir risk.
Yeni dönemin ipuçlarını bir veriyle
okumaya çalışalım. 2019’da 1 trilyon
dolara yakın sermaye girişi sağlamayı ve
böylelikle borçlarını 71 trilyon dolara çıkarmayı başarmış(!) olan gelişen piyasa
ekonomilerinden bu yılın başından beri
çıkan sermaye miktarı 100 milyar dolar
oldu. 2020 yılının tamamına ilişkin en
iyimser beklentiler 2019’dakinin yarısına
bile ulaşmıyor. Bu dönemde Türkiye’den
de 7 milyar dolar sermayenin çıkmış olduğunu belirtelim. Gelişen piyasaları zor
bir dönem, alışık olmadıkları bir ortam
bekliyor ne yazık ki.
Peki Türkiye’ye gelirsek, bize özel
durum nedir? Türkiye bu krizden nasıl
etkilenecek ve arkasından ne gibi fırsatlarla ve nasıl zorluklarla karşılaşacak?…
Önümüzdeki hafta buradan devam
ederiz inşallah.