İbrahim Turhan
Büyük günah
Kasım ayı enflasyonu beklendiği gibi yüksek geldi. Yıllık enflasyon son 15 ayın en yüksek düzeyinde. Önümüzdeki aylara ilişkin görünüm pek umut açıcı değil. Bir taraftan kurda yaşanan artışın gecikmeli etkileri, diğer taraftan artan küresel talep ve emtia fiyatları enflasyon üzerinde yukarı yönlü risk oluşturmayı sürdürüyor. Mart-Nisan aylarında bugünkünün iki puan üzerinde bir enflasyon görmemiz olası.
Fiyatların artmasını sağlayan birçok etken olabilir. Bunların bir kısmı üretimi olumsuz etkileyerek ya da maliyetleri dışsal etkilerle artırarak kendisini hissettirir. İktisat deyimiyle bunlara arz şoku ya da arz yönlü etkenler adı verilir. Ama bunlar tek başlarına enflasyon oluşturamazlar. Kalıcı ve sürekli fiyat artışına dönüşebilmeleri için talep tarafından desteklenmeleri gerekir.
Bir örnekle açıklamaya çalışalım. Varsayalım ki kuraklık ve kötü hava koşulları nedeniyle tarımsal üretim olumsuz etkilendi. Bu arada tarımda kullanılan girdilerin fiyatlarında da artış oldu; örneğin mazot ve gübre fiyatları uluslararası piyasalardaki gelişmelerin etkisiyle yükseldi. Tarım ürünlerinin üretim maliyeti arttı, üretim miktarı azaldı. Tam anlamıyla bir arz şoku! Tarım ürünlerindeki fiyat baskısı gıda fiyatlarını yukarı taşıyacak, enflasyonda artış olasılığı artacaktır. Ama… işte kritik yer bu ama… Bu maliyet artışının fiyatlar üzerinde bir defaya mahsus geçici bir artışa mı yol açacağı yoksa kalıcı bir enflasyon artışına mı dönüşeceği talebe bağlıdır. Bu fiyat artışına rağmen talep aynı düzeyde kalır, tüketiciler aynı miktarda mal talep etmeyi sürdürürse bir süre sonra gıda ürünlerini girdi olarak kullanan perakendeciler ve lokantalar da maruz kaldıkları maliyet artışını bire bir fiyatlarına yansıtacaklardır. Arz şoku sebebiyle maliyet artışı yaşayan sektörlerin kendi girdilerindeki değişimi tüketiciye yansıtmaları arz şokunun birincil etkileri olarak adlandırılır.
İş bununla sınırlı da kalmaz. Talep koşulları elveriyorsa, gıda harcamalarının arttığını fark eden diğer bireyler de kendi ürettikleri malların satış fiyatında ya da çalışanlar ücretlerinde, sermaye sahipleri faiz isteklerinde aynı miktarda artış yapmaya, böylece yaşam standartlarını korumaya çalışacaklardır. Talep koşulları buna izin verirse genel fiyatlama davranışı değişecek, böylece arz şoku bir seferlik ve geçici fiyat artışı olmaktan çıkıp kalıcı ve genel enflasyona dönüşecektir. İşte buna da arz şokunun ikincil etkileri adı verilir.
Yazının başından beri “talep koşulları izin verirse” diye bir ifade kullanıyoruz. Talep koşullarını belirleyen en temel etkenler para politikası ve maliye politikasıdır. Bir taraftan arz şoku fiyatlar üzerinde baskı yaratırken para politikası da talebin buna uyum göstermesini kolaylaştırırsa, yani fiyat baskısına uyum gösterirse enflasyonu hiçbir güç durduramaz. İktisattaki ‘Klasik Okul’, bu durumu yalın ve herkesin kolaylıkla anlayabileceği şekilde ifade etmiş. Terazinin bir tarafında ekonomideki mallar ve hizmetler, diğer tarafında ise para miktarı olsun. Diyelim ki ekonomide üretilen bin birim mal ve buna karşılık 10 bin lira diye tanımlayacağımız miktarda para var. Bu durumda bir birim malın fiyatı 10.000/1.000 = 100 lira olur. Üretim 50 birim, yani yüzde 5 arttığında para miktarı da 5 bin lira artarsa fiyatlar 105.000/1.050 = 100 lira olarak sabit kalır. Ama Merkez bankası para koşullarını gevşetir, paranın fiyatını düşürür ve piyasaya üretim artışından daha çok para çıkmasına izin verirse işler değişir. Örneğin üretim yine yüzde 5 arttığı halde piyasadaki para 20 bin lira artarsa fiyatlar 120.000/1.050 = 114,29 lira olur. Bir başka deyişle yüzde 14,3 enflasyon ile karşı karşıya kalırız.
Merkez bankası hazine tahvillerini satın alarak ya da devletin tüketim harcamalarını karşılayarak para basarsa, bankaların ellerindeki para miktarını artırır, finansal koşulları gevşeterek bankaların bol keseden ve ucuz maliyetle tüketici kredisi vermesine olanak sağlarsa piyasadaki para bollaşmış, enflasyon için uygun ortam hazırlanmış olur. Merkez bankası uyum göstermediği sürece bir ülkede enflasyon olmaz. İşte bu yüzden merkez bankalarının temel hedefinin fiyat istikrarı olması, para politikasının enflasyonu önlemeye ayarlı yürütülmesi çok önemlidir. Merkez bankası bağımsızlığı bunu güvenceye almak için benimsenen bir ilkedir.
Hükümetin, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz konusunda duyarlı olduğunu biliyoruz. Her vesileyle ifade edilen faiz karşıtlığının siyasal nedenlerin ötesinde dini sebeplerden kaynaklandığı da iddia ediliyor. Herkes içinden geldiği biçimde inanma ve bu inancını ifade etme özgürlüğüne sahip olmalı kuşkusuz. Ben de kendimi inançlı bir Müslüman olarak tanımlarım. İzmir muhacir memleketidir. Muhacir, yani inancı ve değerleri uğruna yerinden-yurdundan, doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmayı göze alanlar… Bizim Hz. Peygamberin yaşamını anlatan kitaplarda okuduğumuz ‘hicret’ tecrübesini defalarca yaşayarak içselleştirmiş rahmetli anneannemden İslam’ın tanımını şöyle öğrenmiştim: “Allah’a saygı göstermek, yaratılmış olan her şeye şefkatle ve merhametle davranmaktır”. Yıllar sonra bu tanımı güvenilir klasik kaynaklardan birinde “et-tâzim li-emrillah, eş-şefkatu alâ halkillah” olarak Arapça ifadesiyle görmüştüm. Yaratılmışları kollayıp gözetmeyen, onların haklarına, hukuklarına duyarlılık göstermeyen bir tutum bu tanımla bağdaşmaz.
Dini duyarlılık söz konusu ise “ölçüyü ve tartıyı tam yapmak”, “insanların mallarını eksiltmemek” gibi hükümler sadece el terazisi ile satış yapan esnafımız için değil, çok daha öncelikle enflasyona yol açabilecek ekonomi politikalarını yönetenler için anlam taşımalıdır. Enflasyon ile insanların mallarını eksiltenler, fiyatların ölçüsünü bozanlar milyonlarca insanın hakkına girerek büyük vebal alıyorlar.
Enflasyon bir hükümetin halkına karşı işlediği en büyük ekonomik suçtur, aynı zamanda büyük günahtır.