Kubilay Kaptan
Bir Tablonun Anlattıkları “Bardak ile Palyaço”
Paris, yirminci yüzyılın başında, Avrupa’nın tüm kentlerinden daha özgürlükçü, kendi ülkelerinde değer görmeyen sanatçılar için çok daha hoşgörülü, insan haklarına önem veren imtiyazlı bir merkezdi. Fransa, dünyanın dört bir yanından bilim insanlarını ve sanatçıları kendi topraklarına gelmeleri için teşvik eden bir göçmen siyaseti uyguluyordu. Bu siyaset, Paris’i küresel anlamda yetenekli insanların buluşma noktasına dönüştürmüştü.
Dünyanın en yetenekli sanatçılarının akımı, Paris’i pek çok konuda olduğu üzere, resim sanatında da, öncü konuma getirmişti. Resim, Paris’te gelenekselciliğin dışına taşmış, sayısız yeni ve avangard görüş bu sanatı oldukça zenginleştirmişti. Artık hiçbir resim akımı diğerleri üzerinde egemen değildi.
Her akıma yer vardı. En yetenekli avangard ressamlar Montparnasse ile Montmartre semtlerini mesken tutmuştu. Varsıl olan sanatçılar Montparnasse’ı seçerlerken, yoksul olanlar henüz yeni yeni gelişmekte olan Montmartre’a yerleşiyordu. Paris’e ilk kez 1900’deki Evrensel Sergi’nin İspanyol pavyonuna bir resminin seçilmesi sayesinde gelen Picasso, yalnızca on dokuz yaşındaydı. Beş parasız genç Picasso, dönemin taşrası İspanya’dan dünyanın en kozmopolit kentine geldiğinde, Paris’in ressamları ağırlayan iki semtinden zorunlu olarak yoksullara hitap eden Montmartre’ı seçti. İlerleyen yıllarda Paris’in en tanınmış ve en zengin ressamı olacak Picasso, yoksulluk yıllarında resmettiği mavi ve pembe dönem resimlerinin tümünü işte o dönemde, yoksulların semti olan Montmartre’da boyayacaktı.
Parisli sanat eleştirmenleri artık 1906’ya gelindiğinde, Picasso’dan haberdardır. ‘Hiç kimse’ olarak yirmi yaşında, beş parasız olarak geldiği Paris’te, Picasso karşılaştığı tüm maddi ve manevi zorluklara rağmen, kendisine resim piyasasında bir yer açmış, kendisini özgün bir ressam olarak konumlamayı ve yalnızca ressamlık yaparak geçinmeyi başarmıştır. Tüm olanaksızlıklara ve genç yaşına karşın, sanat tarihinde kendisine yalnızca mavi ve pembe dönemlerle dahi bir pozisyon elde etmiştir. Günümüzde bu dönemleri, Picasso’nun en pahalı resimleri arasında yer alıyor.
Picasso, ömrü boyunca sürekli olarak yenilik peşinde koşan bir ressam olarak, sanatında kendi kendisini değilleyen bir tutum göstermiştir. Bu nedenle çok başarılı dahi olsa, yarattığı akımları her defasında yarattığı başka bir akım için terk etmiştir. Picasso, mavi ve pembe dönemlerini de 1907’de başlattığı kübizm lehine bırakmıştır. Gerçekliği algılamada ve hakikate ulaşmada Batı sanatına topyekûn giriştiği reddiye olarak tanımlanabilecek kübizm ile mavi ve pembe dönemlerinden çok keskin bir şekilde ayrılır. Büyük bir kopuşla, yepyeni bir Picasso olarak, yepyeni resimlere yelken açar. Artık kendisine yeni meydan okuyuşlara girişecektir.
Bardak ile Palyaço, Lapin Agile’ın içindeki bir barda oturan bir çiftin melankolik bir görüntüsünü tasvir ediyor. Kompozisyon basittir, arka planda çiftin içkilerini koyduğu bar ve arkadaki küçük sahne dışında çok az arka plan detayı var. Resimde üç figür, ön planda bir alacalı, yanında oturan turuncu bir elbise ve tüylü bir boa giyen bir kadın ve arka planda çalan bir gitarist bulunuyor. Picasso, esas olarak bulanık kırmızımsı kahverengi tonlar kullanarak kasvetli bir sahne aktarır. Bu resmin tarzı, Henri de Toulouse-Lautrec’in eserlerini andırıyor.
Resim, bu dönemde Picasso’nun kişisel hayatından figürleri tasvir ediyor. Sahnedeki palyaço, Picasso’nun düşünceli bir otoportresi, yanında oturan kadın ise Germaine Pichot. Gitarist, kulübün yeni sahibi Frédéric Gérard. Picasso kendini sahnede en belirgin figür olarak resmederek, tablonun asılacağı kulübün ana odasında da önemli bir konuma sahip olmasını sağlamıştır.
Columbia Üniversitesi sanat tarihçisi Theodore Reff, Casagemas’ın ölümünün ardından Picasso’nun Pichot’la birlikteyken yaşadığı ruh halini yansıtabilecek resimdeki çiftin yabancılaşmasına dikkat çekmiştir.