Vahap Coşkun
Barışın Kâr Payı
İktidarların tercihlerinin sorgulanmasını zorlaştıran ve böylelikle otoriterliğe zemin hazırlayan çatışmalar, aynı zamanda siyasetçilerin önündeki seçenekleri de azaltır. Kutuplaşma anlarında her grup kendi kültürel havzasına çekilir. Toplumsal gerilim nedeniyle bir araya gelmesi gerekli ve muhtemel aktörlerin beraber iş yapma olanakları ortadan kalkar. Pragmatik esneklik ve rasyonel akıl devreye girmez. Dolayısıyla yeni siyasi anlayış ve hareketlerin ortaya çıkması güçleşir.
Demokratik Gelişim Enstitüsü (Democratic Progress Institute – DPI), Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) ile birlikte Diyarbakır’da “Türkiye’de Barışın Kâr Payını Haritalandırmak: Barışın Alt Yapısı Olarak Ortak Ekonomik Çıkarlar” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenledi.
İş insanları, siyasetçiler, gazeteciler ve akademisyenlerin katılımıyla gerçekleşen toplantıda, İzzet Akyol tarafından DPI için hazırlanan “40 Yıllık Çatışmanın Türkiye’ye Ekonomik Maliyeti” raporu tartışıldı. Akyol’un raporunu daha önce bu sayfalarda değerlendirmiştim. Bu yazıda ise toplantıya dair izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım.
Raporda da toplantı da altı kalın çizgilerle çizilen bir husus var: Türkiye, çok ciddi bir zihniyet sorunuyla malul; bu da vatandaşların ahlaki ve hukuki eşitliğini kabul eden bir tasavvurun geliştirilememesidir. Toplumsal düzen ve devlet düzeni bir eşitsizlik üzerine bina edildiğinde, bundan kutuplaşmanın ve nihayetinde bir çatışmanın çıkması kaçınılmaz olur. Hülasa, kök sebep eşitliğin reddidir; Kürt meselesi de bunun bir yansımasıdır.
Eşitsizlikten kaynaklanan ayrışma ve çatışmalar, bir ülkedeki iktisadi ve siyasi hayatı kırılganlaştırır. Çünkü ekonominin üzerine -belini bükecek derecede- ağır bir yük bindirir ve siyasi belirsizliğe neden olurlar. Kürt meselesi de, toplumsal kesimleri karşıt uçlara savuran bir faktör olarak, Türkiye’nin politik ve ekonomik performansına ve öngörülebilirliğine menfi tesirlerde bulunur.
4,5 Trilyon Dolarlık Kayıp
Çatışmalar, genel olarak, ekonomik ve fiziki kapasiteyi tahrip ederler. Askeri harcamaları artırırlar. Yatırım iştahını azaltırlar. Turizm gelirlerini baltalarlar. Yabancı sermayeyi engellerler. Türkiye’de de 40 yıldır Kürt meselesi temelli bir çatışma yaşanıyor. Binaenaleyh birkaç kuşak, bahsedilen bu olumsuzlukların hepsine maruz kaldı, deyim yerindeyse, gün yüzü görmedi.
Akyol, 1985-2021 arasını kapsayan 36 yılda Türkiye’nin toplam milli gelirinin (GSMH) yaklaşık yüzde 1 kadarının çatışmalarda yok olduğunu belirtti. Eğer bu kaynak çatışma ortamında eriyip gitmeseydi, Türkiye bugün 4,5 trilyon dolar daha büyük bir ekonomiye sahip olacaktı. Geri kalan her şey aynı olsa bile, çatışmalarda buharlaşan kaynak ekonomide kalsaydı, milli gelir yüzde 35 oranında artacaktı.
Çatışmalar; eğitime, sağlığa, sosyal yardımlara ayrılabilecek olan kaynaklara el konulmasına yol açar. Çocukların yetiştirilmesi, hastaların iyileştirilmesi, zor durumdakilerin maddi koşullarının imkân nispetinde düzeltilmesi için kullanılabilecek olan paralar, silaha, tanka, topa yatırılır. (Dünyada sosyal yardımlar için harcanan para, askeri harcamaların ancak yüzde 8’ine tekabül eder.)
“Bir merminin bedelini biliyor musunuz?”
Kalkınmaya ve refaha vesile kılınabilecek maddi olanakların bu şekilde çatışma meydanlarına gömülmesi, iktidarları bir yönüyle zora düşürür, bir yönüyle de iktidarlara fırsatlar sunar. Zora düşürür; çünkü halkın yaşam şartlarının bozulması iktidarlara karşı şikâyetleri artırır, hoşnutsuzluk belirten sesleri yükseltir. Fırsatlar da sunar, çünkü iktidarlar her türlü olumsuzluğun altındaki sebep olarak çatışmanın varlığını gösterirler. Fiyatların yüksekliği, ücretlerin düşüklüğü, hizmetlerin kalitesizliği hep çatışmanın varlığına bağlanır ve halktan da bunu böyle kabul etmeleri istenir.
Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şubat 2019’da Aydın’da, sebze fiyatlarındaki artışları eleştiren muhalefete “Patatesçilere, domatesçilere sesleniyorum, o bir tane merminin bedelini biliyor musun sen?” diye sorması, bunun tipik bir örneğidir. Temel gıda maddelerinin temininde sorun yaşansa bile kimse ses çıkarmamalı, halk türlü mağduriyetler yaşasa da sineye çekmelidir.
“Şimdi domatese bibere sarılmış durumdalar. Bunları konuşarak oy toplayacaklarını sanıyorlar.
“İdlib’de, Cerablus’ta Mehmet’im tanklarıyla toplarıyla bu teröristleri yok etti mi?
“Ben buradan patatesçilere, domatesçilere sesleniyorum, o bir tane merminin bedelini biliyor musun sen? Bunlar nereden geldi biliyor musun sen?
“Gabar’a, Cudi’ye helikopterlerimiz buraya uçarken yapılan yatırımların ne olduğunu hesapladın mı sen? Bay Kemal bunları konuşmaktan vazgeç. Sen 18 Mart 1915 Çanakkale ruhunu bilir misin?”
Partizan Olmayan Sivil Toplum
İktidarların tercihlerinin sorgulanmasını zorlaştıran ve böylelikle otoriterliğe zemin hazırlayan çatışmalar, aynı zamanda siyasetçilerin önündeki seçenekleri de azaltır. Kutuplaşma anlarında her grup kendi kültürel havzasına çekilir. Toplumsal gerilim nedeniyle bir araya gelmesi gerekli ve muhtemel aktörlerin beraber iş yapma olanakları ortadan kalkar. Pragmatik esneklik ve rasyonel akıl devreye girmez. Dolayısıyla yeni siyasi anlayış ve hareketlerin ortaya çıkması güçleşir.
Toplantıda katılımcılar, bu meyanda, görebildiğim kadarıyla üç önemli hususu vurguladılar:
Birincisi, Kürt meselesinin Türkiye’nin hem siyasi hem de iktisadi çıkmazlarını kristalize ettiğine dikkat çektiler. Çözüme kavuşturulmayan bu sorun, bir taraftan siyasi otoriterleşmeye ve iktisadi daralmaya yol açıyor, diğer taraftan ise bu sorunun varlığından ötürü akılcı ve yararlı birçok politika hayata geçirilemiyor.
İkincisi, tek başına ekonomi, insanları barışa ikna etmeye yetmez. Ancak çatışmaların maliyetine dair objektif ve derinlikli çalışmaların artması, Türkiye gibi ciddi endüstriyel kapasite ve kabiliyeti olan bir ülkenin yaşadığı ekonomik krizlerin anlaşılmasına katkı sağlar. Karşı karşıya olunan soruların kökeninde çatışmaların payının ve çatışmaların bitirilmesi halinde toplumun “kârının” tespiti, daha analitik ve soğukkanlı değerlendirmelere kapı aralar.
Üçüncüsü, Türkiye’deki Kürt fobisi/takıntısı, akılcı politikaların tatbikini engelliyor. Fakat kısa süreli de olsa çatışmasızlık dönemlerinde ekonomik tablolarda görülen iyileşme, çözüm için rasyonelleşmeye ihtiyaç olduğuna işaret ediyor. Sorunun rasyonel bir zeminde tartışılması, bunun için de özgürlüklerin güçlendirilmesi ve partizan olmayan sivil topluma alan açılması gerekiyor. Zira Türkiye, akılcı temelde çözümü savunan elitlere, farklı kesimlerden gelen ve farklı kesimlere seslenen elitlerin işbirliğine ihtiyaç duyuyor.
Ezcümle politik ve ekonomik iyileşme; demokratikleşmeyi, rasyonelleşmeyi ve bu nitelikleri haiz bir siyasetin taşıyıcılığını üstlenecek elitleri gerekli kılıyor. Aksi takdirde, zaman geçer ama biz hep ayını sorunlarla yaşamaya ve onları tartışmaya devam ederiz.