Selin Nasi
Araf
Arafta kalmayı ıstıraplı bir süreç olarak tasvir eder din kitapları. Günahları ve sevapları eşit olan inananların cennete girmeye hak kazanmak için bekledikleri arınma yeridir, araf. Bu iki arada bir derede kalmışlık haline gündelik hayatta da hep olumsuzluk yüklenir. İnsanın yaratılış itibariyle sevilme, kabul görme ve bir gruba ait olma ihtiyacını düşünürsek gayet anlaşılabilir bir durum.
Aslında biraz da nasıl bakarsanız…Arafta olmanın bana göre özgürleştirici bir yanı var. İçine girdiğiniz ama oraya ait sayılmadığınız dünyaları gözlem imkanı sunuyor. Anlatılanların gerçeğe en yakınını siz yaşayarak deneyimliyorsunuz.
Bir başka kültüre gelin gitmek
Bir Türk Yahudisi’yle evlenerek yabancı gelin kimliğimi kazanmamın üzerinden 23 yıl geçmiş olacak bu sene. Neredeyse çeyrek asır. Karışık evlilikler netameli bir konu. Kimse kimsenin değerlerini, inançlarını hor görmek, birbirini incitmek istemez ama başına gelmesinden de bir o kadar çekinir, korkar. Geçen gün yaşadığım bir olay bana bunları yeniden düşündürdü.
İstanbul’da yaşayanlar gündelikçi bulmanın zorluğunu bilirler. Kendi de işi gibi temiz, güvenilir birini bulmak kolay değildir. Hele şimdilerde, zamlar sebebiyle ücretler uçmuş. Düzgün bir eleman buldunuz mu elde tutmak da zor. Neyse uzatmayayım. Rahime hanım, bu yaz bana Allah’ın lütfu oldu.
Rahime Hanım’ın ahret sorgusu
50’li yaşlarda temiz pak, namazında niyazında bir insan, Rahime Hanım. Konuşkan biraz. Benim hiç olmadığım kadar. İhtiyacı olduğundan değil de, oğlunu kaybettikten sonra, kendisini oyalamak için bu işe başladığını öğrendiğimden bu yana sohbet açtığında kendisini geri çevirmemeye çalışıyorum.
O gün birbirimizi tanıma aşamasında kademe almaya kararlı bir şekilde lafı döndürdü dolaştırdı bizim aileye getirdi. Kitabın tam ortasından giriş yaptı. “Senin eşin yabancı değil mi?” diye sordu. “Yoo!” dedim, Türk. “Nasıl Türk o öyle?” diye devam etti, ismini yadırgadığından. Dedim ki “Türk Yahudisi. Ataları Portekiz’den, İspanya’dan göç etmiş bu topraklara yüzyıllar önce.” Soruların ardı arkası kesilmedi. Hayır, bizimkiler İspanya’dan gelmemişti. Ben Müslümandım. Çocukları Yahudi olarak yetiştiriyorduk.
“Eiyyy!” dedi yüzünü ekşiterek Rahime Hanım. Sanki sırt çantasındaki bir viyol yumurta kırılmış, içinde ne var ne yoksa sıvaşmış gibi, öyle çaresiz bir ifade düşünün…Bir taraftan da merhametini esirgemiyor hani.
“Kız, annenler karşı çıkmadı mı siz evlenmek isteyince?” deyiverdi. “Siz”den “sen”e hızla geçip tek taraflı kaynaşmıştı bile Rahime Hanım.
“Karşı çıkmaz olurlar mı? Ama sevdik, evlendik,” dedim.
“Sevdiniz evlendiniz tabii.” diye tekrarladı kendi kendine.
Cevabımı kabullenmeye çalışıyor gibiydi. Kendince öğrenilmiş doğruları vardı Rahime Hanım’ın. Tepkisi beni incitmediği gibi, şaşırtmamıştı da. İki din arasında geleneklerin, inanışların benzerliklerinden bahsedip, işini daha fazla bölmemek adına bir mazeret uydurup çıktım mutfaktan.
Karışık evlilikleri karıştıran dış güç: Elalem baskısı
Temmuz’un ilk haftasıydı bu olay yaşandığında. Bir an takvimin yapraklarını geriye sardım. 23 yıl önce yine bir Temmuz günü o zaman flört ettiğim eşimle “Tamam mı devam mı?” konuşması yapıyorduk. Ailesi yabancı gelin istemiyor. Bizimkiler “Seni istemeyeni biz hiç istemezük!” diye gururla meydan okuyor. Biz iki zavallı ateş arasında kalmışız. Diyor ki kaçıp evlenelim. Karşı çıkıyorum. Ortada onursuz bir durum yok. Bir evin bir kızıyım. Niye ailemi mutlu günümü görmekten mahrum bırakayım? “Olmaz!” diyorum, ille de rızalarını alacağız, ikna edeceğiz. “Götür beni annenlere, tanışalım. Tanısalar severler belki,” diye diretiyorum.
Yaşın ve duyguların verdiği deli cesaretiyle atlıyoruz ilk vapura, ver elini Büyükada. Hem de bir Cuma akşamı. Tabii o zamanlar Şabat sofrasının anlamından bihaberim. Yaptığımızın nasıl zamansız bir emrivaki olduğunun farkında değilim. Neyse varıyoruz eve. Kapıyı müstakbel kayınvalidem açıyor. Bizi görünce tebessümü yüzünde donuveriyor kadıncağızın tabii. Yine de kibar bir şekilde bizi içeri buyur ediyor, eşimi ise kenara çekiyor konuşmak için. Canım kayınpederim, her zamanki yufka yürekli sevecen haliyle “Gel kızım,” diyor, “Onlar konuşsunlar, biz balkonda oturalım, hava güzel.” Uzaktan görüyorum, yemek masası kurulmuş ama yemekler daha ortada yok.
Ardından eşim yanıma geliyor, bu kez babası içeri gidiyor. Arka odada ateşli bir Ladino (Sefarad İspanyolcası) diyaloğu ardından “Bu akşam misafire pek hazırlıklı değiliz,” diyerek hep beraber iskeleye inip yemek yemeyi teklif ediyorlar. Bizim hikayemiz işte böyle başlıyor. En azından hayatlarımızı birleştirme yolunda ilk adımı biraz kızdır bastır şekilde de olsa öyle atıyoruz.
İki gönül bir olunca aşılır mı engeller?
İşe ayrı dünyanın insanlarına kendimizi tanıtıp anlatmakla başlamıştık, birbirimiz hakkımızda önyargıları bir nebze olsun kırmaya çalışarak…Ortada korkacak bir şey olmadığını, korkularımızı biraz da kendimizin yarattığını göstererek. Doğrusu kolay da bir süreç olmadı, romantize ederek gençleri yanıltmayayım. Evlilik bana göre iki benzemezin senkronize zıplamayı öğrenmeye çalıştığı bir çuval yarışı gibidir. Özveri, empati ve adaptasyon becerisi gerektirir. Hayat yolculuğunda siz değişirken, seçtiğiniz yol arkadaşı ve zaman zaman seçtiğiniz yolun istikameti de değişebilir. İşin sırrı bu değişime birlikte adapte olabilmektir. Karşılıklı sevgi ve saygı birlikteliği kolaylaştırır ama kalıcı olmasını garanti etmez. Karışık evliliklerin yürümesi içinse tüm bunlara ek olarak taraflardan birinin az çok taviz vermesi gerekir. Ebeveynleri de sanırım en çok korkutan taviz veren tarafta olmaktır. Verilen kararlar her zaman mutluluk da getirmeyebilir.
Biz bu açıdan epey mücadeleci çıktık. Birbirimizin dünyasında olabildiğince yer açmaya çalıştık. Eşimin ailesiyle bir törene katılmak için birlikte ilk kez sinagoga gittiğim günü hala hatırlatırım. Neve Şalom’un tiyatro salonunun balkonunu andıran kadınlar kısmına girmemizle birlikte salondakilerin bana ve kayınvalideme bakıp, birbirlerinin kulaklarına eğilerek fısıldayışları dün gibi gözümün önündedir. Yıllar içinde fısıldaşmalar yerini el sallamalara ve kucaklaşmalara bıraktı. Arada tek tük yine oluyor ama o da daha çok son gelişmelere dair bilgileri nakletmek için. Bugün geriye dönüp bakınca küçük cemaat içinde yaşadıkları baskıyı daha iyi anlıyorum. Yine de bana kendimi yabancı hissettirmemek için ellerinden geleni yaptılar.
Birçokları içinse hala arafta sayılırız. Bunca yıl ne öğrendin derseniz? İnsanların özünde birbirlerinden çok da farklı olmadıklarını derim. Bir taraf hoşgörüyü bir lütufmuş gibi kullanırken, ayrımcılıktan yakınanlar fırsatını bulduklarında acımasızca yargılayabilirler kendilerinden saymadıklarını. Bu yönüyle gözünüzü açar, araf. Önyargılardan olduğu kadar tozpembe iyimserlikten de arındırır. Ve günahıyla sevabıyla arafta kalmak da bir tercihtir.