İbrahim Ö. Kaboğlu
Anayasa, ekosistemi de koruyor
“İnsan, kendisine onurlu ve iyi yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve tatmin edici yaşam koşulları temel hakkına sahiptir…” (Stockholm Bildirgesi)
Çevre hakkı, uluslararası alanda ilk kez, BM Çevre ve Gelişme Konferansı’nın ardından yayımlanan Stockholm Bildirgesi(Haziran 1972) ile tanındı.
Anayasal düzenlemeler, son yarım yüzyıla damgasını vuran uluslararası düzenlemeler ışığında yorumlanmalı.
KAMU YARARI: ÇEVRE VE ÜLKE ÖLÇÜTÜ
Çevre sözcüğü en başta Anayasa madde 56’yı akla getirse de çevre hakkı, dayanağını genel olarak ve en geniş anlamında bütün Türkiye olarak ülkeye yollama yapan maddelerde bulur ve bunlar, kentsel ekolojik dengeden ormanların korunmasına ilişkin maddelere kadar uzanır:
-“Kamu yararı” gerekleri: kıyılardan yararlanma (md.43), toprak mülkiyeti (md.44) ve tarım, hayvancılık (md.45) gibi alanlar, kamu yararındandır
-Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması: Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar; bu amaçla düzenleyici ve teşvik edici tedbirleri alır (md.63).
-Doğal kaynaklar: Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır (md.168).
-Ormanlar: Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır (md.169).
-Planlama: Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayi ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak Devletin görevidir (md.166).
-Kentsel kamu düzeni: Yerleşme özgürlüğü, “sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak” amaçlarıyla yasa ile sınırlanabilir. Devlet, konut ihtiyacını gidermede, “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama” faaliyetinde bulunur (md.23 ve 57).
Anayasa, özetle, kırsal-kentsel ve kültürel çevre üçlüsünde bütünleşik çevresel bakış lehine yorum için gerekli ögeleri içermektedir.
Anayasa, “sağlık hizmetleri ve çevrenin koruması” birlikte düzenlenmiştir (md.56):
“Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.
Devlet herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini geliştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler...”
ÖNLEMEK/KORUMAK/GELİŞTİRMEK
Devletin çevre kirliliğini önleme, çevreyi koruma ve geliştirme ödevi, aslında çağdaş devletin insan hakları karşısındaki üçlü yükümlülüğüne denk düşmektedir: saygı göstermek, korumak ve geliştirmek.
Anayasa madde 56, bu üçlü yükümlülüğü, çevre ve sağlık alanında “önlemek, korumak ve geliştirmek” tamamlandığından, “üçlü çifte yükümlülük” başlığı kullanıldı.
“Çevre kirlenmesini önlemek”, Devletin doğrudan ve öncelikli yükümlülüğüdür. Çevreyi bozan veya çevre üzerinde olumsuz etkilere yol açma riski yaratan faaliyetler (planlama, ilgili kararlar ve uygulamaya koyma) için çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) önkoşuldur.
“Çevre sağlığını korumak”, Devletin, yurttaşların ve yatırımcıların ödevidir. Devletin koruma yükümlülüğü, çevre sağlığı ile sınırlı olmayıp, uyumlu ve dengeli bir çevre korumasını kapsamına almaktadır. Aslında koruma yükümlülüğü, çevre hukukunun farklı alanlarını da kapsar: tarihsel, kültürel ve doğal miras; kıyılar, tabii servetler ve kaynaklar; ormanlar…
“Çevreyi geliştirmek”, devletin ve yurttaşların ödevidir. Madde 56’nın Devlet için öngördüğü geliştirme yükümlülüğü, genel dayanağını madde 5’te bulur: “… kişinin hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak”.
Önlemek, korumak ve geliştirmek biçimindeki üç aşamalı yükümlülük, Devlet adına işlem ve eylem tesis eden kamu makamları için olduğu kadar, onların denetimi altında faaliyette bulunan özel sektör kuruluşları ve yurttaşlar açısından da geçerlidir. Kuşkusuz ödev-hak ikilemi, çevre kirliliğinin önlenmesi, ülkenin doğal dokusunun korunması ve çevrenin geliştirilmesi konusunda yurttaşın konumunu pekiştirdiği gibi, sivil toplum örgütlerinin girişimleri için de anayasal temel sağlamakta. Bu anayasal dayanak, yurttaşlara ve sivil toplum örgütlerine, doğayı bozucu etkinliklere doğrudan müdahale hakkını verir; bu müdahale karşısında kolluk güçleri, “kamu düzeni” adına zor kullanamazlar. Zira yurttaşların bekçiliğini yaptığı, “çevresel kamu düzeni” ve nitelikli bir ülkenin bütünlüğüdür. Bu bakımdan kamu yararı, toplum yararının ötesine geçen ve -gelecek kuşaklar dahil- ülkesel yararı da kapsamına alan üst bir kavramdır.
GERİYE GÖTÜRÜLMEZLİK İLKESİ
Anayasa’da ekosistemi niteleyen kavramlar, özgürlük güvencelerini düzenleyen madde 13 testinden geçirilmeli; özellikle, çevre üzerinde bozucu etki yaratan faaliyetlerin, çevresel denge ve uyum bakımından ölçülü olup olmadığı ve hakkın özüne dokunup dokunmadığı irdelenmeli. Madde 56 bakımından, yaşam hakkının, “sağlıklı ve dengeli çevre” bağlamında ihlal edilip edilmediği de araştırılmalı.
“Denge ve sağlık” kavramları, beşeri varlığı aşan türler olarak hayvan (fauna) ve bitkileri (flora) de kapsamına alır.
“Çevresel kamu düzeni” kavramı bu çerçevede geliştirilmeli.Anayasa’da devletin önleme, koruma ve geliştirme ödevini etkili kılmak için kullanılabilecek eksen nitelikte maddeleri de nöne çıkarmak gerekir. Anayasa’nın 2. maddesinde cumhuriyetin nitelikleri olarak “hukuk devleti” ve “demokratik devlet”, çevresel düzenlemelerin genel ölçütleri olarak uygulanmalı.
Keza demokratik devlet ilkesinin gerekleri arasında, çevre koruma alanında büyük önem taşıyan katılımcılık da yer alır. Bu nedenle, çevreye ilişkin normatif düzenlemeler, çevresel demokrasinin temel gereklerini yansıtmalı.
Devlet, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama yükümlülüğünü (md.5), ancak nitelikli bir ülkede yerine getirebilir.
Yaşama hakkı (md. 17), özel ve ailevi hayata saygı hakkı (md. 20), mülkiyet hakkı (md. 35), çevre hakkını korumak için dayanılabilecek hükümlerdir.
Hak arama özgürlüğü (md.36) ve yargı bağımsızlığı ( md.138), “çevresel adalet” (ekolojik adalet) hizmetindeki anayasal güvencelerdir.
Hak ve özgürlüklere ilişkin Anayasa maddeleri, fikir-hareket ve toplu eylem zincirinde çevre hakkı hizmetine konulmaya elverişlidir. Ülkenin doğal, kültürel ve tarihsel mirasını bozan ve yağmalayan düzenleme ve uygulamalara yöneltilen eleştiriler, en geniş fikir ve ifade özgürlüğünden yararlanır (md.25-26, 28 vd.). Toplanma ve gösteri özgürlükleri ile dernekleşme hakları (md.33 ve 34), üstün kamu yararı ereğinde çevresel değerlerin korunmasına yönlendirilir
1982 Anayasası geçirdiği değişiklikler gözönüne alınarak ama aynı zamanda uluslararası sözleşmeler ışığında yorumlanabildiği ölçüde, geriye götürülemezlik ilkesi somutlaştırılabilir.
Geriye götürülmezlik ilkesi, çevre hukukunun bir genel ilkesi olup, var olan durumun gerisine götürecek düzenleme ve faaliyetlere olanak tanınmaması anlamına gelir. Örneğin, park veya bahçe adı altında düzenleme, ilgili doğal alanın ekosistemini bozacağından çevre hukuku ilkelerinden yararlanamaz.
Demokratik toplum, ölçülülük ve hakkın özü ölçütleri (md.13), kamu yararı ve ülkenin bütünselliği bağlamında, geriye götürülemezlik ilkesinin anayasal dayanakları olarak yorumlanabilir.
Ekosistem bileşenlerinin yansıttığı çevre hakkının özüne, flora/fauna/ homo sapiens, arasındaki denge (yaşamın başlıca bileşenleri olarak) bozulduğu zaman dokunulmuş olur. Örnerğin, ormanlık bir alanda yapılacak maden istihracı ile ilgili ormandaki “yaşam bileşenleri” olarak üçlü ilişki dengesi (ekosistem) bozulacaksa, çevre hakkı özü zedelenir.
Bu bakımdan, çevre ve doğaya ilişkin yasal düzenlemeler, “açık, öngörülebilir ve ulaşılabilir” olmalıdır.
Bu gözlemler, çevresel anayasa hukukunun yalnızca Anayasa’da yazılı olan kurallardan ibaret olmadığını, onların yorumu ve uygulanması ile birlikte bir bütün oluşturduğunu gösterir. Çevre alanında kaydedilen kazanımları zedeleyici düzenlemeler, geriye götürülmezlik ilkesi ile bağdaşmayacağından, bütüncül yorum, önemli ve gereklidir.
Yükümklülüklerini yerine getirmeyen kamu görevilierine karşı, bütünleşik çevre koruması ereğinde barışçıl yurttaş eylemleri, -aynı zamanda gelecek kuşaklara karşı- hak ve ödev birlikteliğinde güçlü bir korumadan yararlanır ve hiçbir biçimde cezalandırılamaz.
Stockholm Bildirgesi’nin 50. yılında bu konuları daha yoğun bir biçimde tartışabilmek umuduyla…