Vahap Coşkun
Adaylığın Üç Tarz-ı Siyaseti
Millet İttifakı’nın adayları olarak hâlihazırda konuşulan üç isim var; Kemal Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu. Her üçü de Beştepe’ye çıkmak istiyor; ancak her birinin yoğurt yiyişi farklı; amaçlarına ulaşmak için farklı yolları deniyorlar. Bu meyanda, namzet olmak için takip edilen üç farklı siyaset tarzından söz edebiliriz.
İki sandıklı bir seçime doğru ilerliyoruz. İster zamanında ister daha erken yapılacak olsun bir seçime gidildiğinde halk bir sandıkta parlamentoyu, bir sandıkta da cumhurbaşkanını seçecek. Şüphesiz milletvekilleri seçimleri de önemlidir. Çünkü Meclis’in teşekkül şekli, sandalyelerin partiler arasında dağılım oranı ve iktidar ile muhalefet arasında oluşacak denge, siyasi hayatın seyrine tesirde bulunur.
Mamafih, mevcutta bir kişinin iradesini merkeze koyan ve bir kişiyi tek belirleyici hale getiren bir hükümet sistemi olduğundan, kamuoyu da siyasi partiler de asıl hayati değeri cumhurbaşkanlığı seçimlerine atfediyorlar. Seçimin galibi ve mağlubu, parlamentoda meydana çıkacak resimden ziyade, cumhurbaşkanlığını kimin kazandığına ve kimin kaybettiğine bağlı olarak tayin edilecektir.
Elbette başka adaylar da çıkabilir, ancak cumhurbaşkanlığı yarışı Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nın adayları arasında geçecektir. Bir bakıma 2019 yerel seçimlerinde büyük şehirlerde sahneye konan oyun, bu kez ülke çapında tekrarlanacaktır. Cumhur İttifakı’nın adayının Recep Tayyip Erdoğan olacağı uzun süre önce açıklığa kavuşmuştu, çünkü Erdoğan doğal adaydı ve iktidar cenahında başka bir isim hiçbir vakit telaffuz edilmedi.
İktidardaki kesinliğe karşın muhalefette bir belirsizlik söz konusu; Millet İttifakı’nın ya da Altılı Masa’nın Erdoğan’a rakip olarak kimi çıkaracağı netleşmiş değil. Her ne kadar masanın müdavimleri, daha adayı tespit etmek için önlerinde çok zaman olduğunu ve isimler değil ilkeler üzerinden bir tartışma yürütmek gerektiğini söyleseler de, bir yandan zaman daralıyor diğer yandan da ister istemez bazı isimler belirip münakaşalar o isimlerin etrafında dönüyor.
“Hiçbir fani hayır diyemez”
Hâlihazırda konuşulan üç isim var; Kemal Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu. Rahmetli Demirel, cumhurbaşkanlığının cazibesini “Hiçbir fani hayır diyemez” ifadesiyle dile dökmüştü. Bugünkü gibi aşırı yetkilerle teçhiz edilmiş olmasının, siyasiler nezdinde bu makamın çekiciliğini artırmış olması da muhtemeldir.
Binaenaleyh cumhurbaşkanlığının, adı anılanların da gönlünde yatan bir aslan olduğu anlaşılıyor. Her üçü de Beştepe’ye çıkmak istiyor; ancak her birinin yoğurt yiyişi farklı; amaçlarına ulaşmak için farklı yolları deniyorlar. Bu meyanda, namzet olmak için takip edilen üç farklı siyaset tarzından söz edebiliriz:
Yavaş; işini yapan, polemiklere dalmayan, sınırı bilen ve bunu ihlal etmemeye ihtimam gösteren bir tarz benimsiyor. Ankara’ya odaklanıyor, belediye başkanlığını bir kamu hizmeti, kendini de bir kamu görevlisi olarak kodluyor, hudutları dâhilinde vazifesinin gereğini yerine getirmeye çalışıyor. Ülke siyasetinin geneline dair konuşmaktan imtina ediyor ve ateş üstündeki kestane misali sıcak meselelere girmiyor. Onun bu sınırlı, ciddi ve normali yansıtan tavrı, toplumda bir karşılık buluyor. Nitekim yapılan bazı kamuoyu araştırmalarında Erdoğan’a karşı en güçlü aday olarak onun ismi öne çıkıyor.
Kılıçdaroğlu ise Altılı Masa’yı koruyarak ve masadaki diğer liderlerin desteğiyle hedefine varmaya gayret ediyor. Ankara ve İstanbul belediye başkanlarının adaylıklarına, aday olmaları halinde güçlükle kazanılan bu şehirlerin iktidarın eline geçeceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. Onların ülkeye en büyük hizmeti, görevlerinde başarılı olmakla verebileceklerini söylüyor. Cumhurbaşkanı adayının da başka bir yerde değil, masada ve liderlerin mutabakatıyla belirleneceğini sürekli hatırlatıyor.
Evet, Kılıçdaroğlu da giderek daha fazla “ben” diye konuşuyor. Vaatleri kendisiyle özdeşleştiriyor. Şahsına vurguyu yükselttikçe bir cumhurbaşkanlığı kampanyası yürüttüğü izlenimini güçlendiriyor. Fakat yine de Kılıçdaroğlu her hareketinde masayı gözetiyor; kurucusu olduğu bu masanın çözülmemesi için çaba sarf ediyor. Güçlü bir adaylığın anahtarı, liderlerin elinde; Kılıçdaroğlu adaylığa giden yolu onların olurunu alarak döşemek, böylelikle itirazları asgariye çekmek ve desteği azamiye çıkartmak istiyor.
“İmamoğlu kendini burada taca ya da auta atmıyor”
Üç isim arasında en agresif stratejiyi İmamoğlu yürütüyor. Tabiri caiz ise, Yavaş kenarda duruyor ve muhalif mahalleye “aday değilim ama benim adaylığımda karar kılarsanız görevden kaçmam” diyor. Kılıçdaroğlu “sizin desteğinizi arkamda bulursam aday olurum” mesajıyla Altılı Masa’yı muhafaza edip ismini tahkim etmeye çabalıyor. İmamoğlu ise sahaya bir an önce atılmanın derdinde, “ben buradayım, beni aday gösterin, hatta beni aday göstermelisiniz” diye bağırıyor.
Aslında bu sürpriz sayılmaz; zira İmamoğlu, 2019’da Erdoğan’a iki kez galebe çalmasının ardından sürekli İstanbul ile yetinmeyeceğini ima eden bir siyasi hatta ilerlerdi. İstanbul’da elde ettiği büyük başarıyı daima daha bir üst bir mevkie yükselmenin bir dayanağı olarak kullanmayı düşündü ve bu bağlamda kendini hep potansiyel bir cumhurbaşkanı adayı olarak konumladı.
Sözüm ona Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun adaylığına destek açıklaması yaptığı anlarda bile, dikkatleri -üçüncü tekil şahıs olarak bahsettiği- kendine çevirmeyi bildi:
“Ekrem İmamoğlu burada kendini taca ya da auta atmıyor. Sorumluluğunun farkında. Ekrem İmamoğlu, İBB Başkanı, tarihin en yüksek oyunu almış bir belediye başkanı, ekonominin yüzde 45’inin döndüğü İstanbul’da süreci uzaktan izleyen olamaz. Sürece en çok katkıyı sunan, en çok bilgiyi sunan, en çok motivasyonu sunan kimlik olmak zorunda.”
İmamoğlu, bayram vesilesiyle çıktığı son Karadeniz gezisiyle radikal bir adım daha attı ve dostun da düşmanın da anlayacağı bir netlikte aday olduğunu gösterdi. Bir belediye başkanının memleketine yaptığı alışılagelen bir ziyaret değildi bu. Kartların artık açılması zamanının geldiğini düşünen İmamoğlu, sembolik bir şehirde -Rize’de- Erdoğan’a meydan okudu ve her haliyle adaylığı çok istediğini ortaya koydu.
Ancak, bir nevi kamuoyu aracılığıyla yapılan bu adaylık başvurusunun iki ciddi handikabı var: İlki, bu aşırı hırslı ruh hâlinin, hem kendi partisinde hem de muhalefet blokunda bir rahatsızlığa sebebiyet verme potansiyeli taşımasıdır. Aynada bir Erdoğan suretini yansıtan bu tür talepkâr girişimler, CHP içi tartışmalara, cumhurbaşkanlığı adaylığı ve genel başkanlık eksenli kaynamalara yol açar ve İmamoğlu’na kendi partisi içinden itiraz eden sesleri çoğaltıp büyütür.
Keza acelesi olan bir siyasetçi profilinin, hassas dengeler üzerinden ilerlemeye çalışan muhalefet cephesinde kaşları çatma ihtimali de yüksektir. İmamoğlu’nun ön alarak adeta kendini Altılı Masa’ya dayattığı hissiyatı yaratmasını liderler hoş karşılamaz; hiçbir lider, böylesine bir fiili emrivakiye muhatap olmayı istemez.
“Vız gelir tırıs gider”
İkincisi, İmamoğlu’nun iddiasıyla münasip bir siyasi söylem kuramamış olmasıdır. Karadeniz gezisi boyunca, aklıda kalabilecek tek bir laf etmedi. Sürekli bir “değişim” vurgusu yaptı, ancak bu “değişim” kavramının da altı boştu. “Her şey iyi olacak, biz hazırız, birlikte çalışalım, beraber üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir güçlük yok” gibi çok genel ve doğrusu siyaseten pek de bir anlam ifade etmeyen bir dil kullandı.
Basın karşısındaki performansı da tatmin edici olmaktan uzaktı. Gezinin finansmanı gibi ilk düşünülmesi gereken konularda bile kendisine yöneltilen sorulara, sarih ve karşısındaki ikna eden cevaplar veremedi. Tepkisel davrandı, “Bunu AK Partili bakanlara ve kardeşlerine de sorun” gibi şüpheleri artırmaktan başka bir işe yaramayan argümanlara müracaat etti, vs. Ayrıca gezisine davet ettiği gazeteciler üzerinden başlayan tartışma da hem İmamoğlu ve CHP hem de Altılı Masa için menfi neticelendi.
İmamoğlu’na zarar verdi; çünkü eleştirilere karşı önce “vız gelir tırıs gider” diye racon kesmesi ve ardından özür dilemek zorunda kalması, onun gerek yönetimi şahsileştirme temayülü ve gerek krizleri yönetebilme becerisi hakkındaki kuşkuları büyüttü.
CHP için kötü oldu; çünkü bir gazetecinin ismi üzerinden boca edilen nefret, “helalleşme” siyasetinin tabanda benimsenmediğini ve Kılıçdaroğlu’nun tavanda yaptığı değişimi henüz tabana geçiremediğini gösterdi.
Ve erken zafer havasına girmiş bazı seküler kesimlerdeki rövanşist duygunun ne kadar güçlü olduğunu -bir kere daha- açığa çıkararak muhalefete zarar verdi. Hakikaten, iktidara dönük eleştirilerin artmasıyla beraber seküler bazı mahfiller, artık kesin bir galibiyete çantada keklik gözüyle bakıyorlar.
Seçimi kazanacaklarına dair -temelsiz- özgüvenleri arttıkça bu grubun rövanşist duyguları kabarıyor ve emin oldukları zafere kimseyi ortak etmek istemiyorlar. Uzun bir vakit önce AK Parti’den kopanları ve başka bir sayfa açanları bile muteber addetmiyor, DEVA ve Gelecek partilerine kapıyı gösteriyorlar. Uzlaşmaz ve dışlayıcı bu anlayışın, Altılı Masa için işleri daha da zorlaştıracağı açıktır.
Ezcümle İmamoğlu yanlış bir taş attı; adaylık ihtimalini kuvvetlendirmek için planladığı gezi ters tepti ve onun elini güçlendirmekten ziyade zayıflattı.
Evet, erken kalkanın yol alacağı doğrudur; ancak yol almak için yalnızca erken kalkmak yetmez, yolu ve yordamı da bilmek gerekir.