59. ANTALYA ALTIN PORTAKAL FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yer alan Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasının gölgesinde kalsa da, gerek yarışma filmleri ve gerekse de özel gösterimleriyle dünya sinemasından seçilmiş farklı örneklerin seyirciyle ve sinefillerle buluşmasına da fırsat sağlıyor. 59. Festivalde, Leopold Legrand’ın “Altıncı Çocuk”, Rodrigo Sorogoyen’in “Canavarlar”, Damian Kocur’un “Ekmek ve Tuz”, Signe Baumane’nin “Evlilik Hayatım”, Paul Negoescu’nun “Görev Adamları”, Kazem Daneshi’nin “Mahkeme”, Yasmine Benkiran’ın “Melikeler”, Colm Bairead’nin “Sessiz Kız”, Michal Vinik’in “Valeria Evleniyor” ve Martin Boulocq’un “Ziyaretçi” isimli filmleri yarışıyor. Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Antalya seyircisinin yoğun ilgisiyle devam etti ve aynı zamanda ödüllere kimlerin uzanacağı sorusunu da akla getirdi. Bu yarışmanın filmlerinin gösterimi dün sona erdi ve kazananlar ise 8 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirilecek ödül töreninde belli olacak.

AYNA AYNA
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması filmlerinden “Ayna Ayna”, sinematografik ifade yollarıyla derdini anlatma açısından dağınık yapısıyla odak oluşturmada tutuk bir etki yaratsa da; ulusal yarışmanın dikkate değer yapımlarından. Belgeselci geçmişiyle bilinen yönetmen Belmin Söylemez, ilk uzun metrajlı filmi “Şimdiki Zaman” ile, 56. San Francisco Film Festivali’nde “Yeni Yönetmen Ödülü” nü kazanmıştı. Söylemez’in ikinci uzun metrajlı filmi olan “Ayna Ayna, ayakta kalma mücadelesi verirken, oda tiyatrosunda oyunculuk kursu da veren deneyimli oyuncu Lale (Şenay Aydın) ve oyunculuk hayalleri kuran kursiyerlerin ilişkileri üzerine bina edilmiş.


Sanata duyarlığın zayıf olduğu ülkemizde, sanatın ve sanatçının yaşadığı zorluklar filmin odak noktasına yerleşirken, otoriter toplumlarda sanat aracılığıyla varoluş mücadelesi vermenin zorlukları ve memleketimden insan manzaraları Söylemez’in filminden perdeye yansıyor.

Filmde son yıllarda geçmiş kültürümüz olan Osmanlı İmparatorluğu’nu anlatan dönem dizilerinin bolluğu ve oyunculuk kursuna katılan ve aslında işletme okuyup ailesinin sınırlayıcı ortamından çıkma çabası içinde olan ana karakter (Manolya Maya) yerleşiyor. Onun kendisine çıkış olarak gördüğü bu dizilerden birinde Cariye rolü kapma çabası ve öne çıkan sosyolojik olguların medya aracılığıyla kitlesel ilgiye dönüşmesi filmde kendisine yer bulurken; onu oluşturan etmenler ise flu olarak geçiliyor. Diğer yandan yeni bir yüz olan genç oyuncu Manolya Maya’nın sinemada önünün açık olduğunu eklerken, Fatih karakterini canlandıran Cengiz Orhonlu’nun ve Frida Kahlo’yu yaşamının odak noktası yapan ve Laçin Ceylan’ın canlandırdığı karakterin de oyunculuk performanslarıyla filmi sürüklemede yarattıkları etkiye vurguda bulunalım.

Belmin Söylemez, bir sanatçı ve aydın olarak gözlemlediği ve eleştiri süzgecinden geçirdiği toplumsal paradokslara ve değişimlere filmi “Ayna Ayna” ile ayna tutarken, belgeselci geçmişinin kurmaca bir dünya kurmasındaki izlerinin de hissedildiğini belirtelim.

BOMBOŞ
Onur Ünlü sinemamızın aykırı karakterlerinden fenomen bir sanatçı. Filmografisindeki pek çok film içinde “Sen Aydınlatırsın Geceyi” isimli sürreel yapıtıyla spiral bir evrimle sinemasında zirveye tırmanmıştı. Bazen bayrağı yüksek burçlara dikmek insanı bir varoluş hesaplaşmasına, boşluk duygusu içine sürükleyebilir.

Onur Ünlü, 59. Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasında yer alan son filmi “Bomboş” dahil olmak üzere bir süredir marjinal yapımlara imza atıyor. Bu süreç onun gibi sağlam sinemacı kumaşı olan bir yönetmenin farklı değerlendirilmesine de neden olabilir. “Bomboş” filmini birlikte seyrederken biraz sohbet ettiğim bir genç filmin sonunda, “filmde ismi gibi” dedi. Bu bomboşluk Yalınkat bir bomboşluk mu, yoksa Albert Camus’un “Yabancı” romanındaki ana karakter Meursault’nun dünyasına benzer bir anlamsızlığın yarattığı bir boşluk mu? Yoksa Onur Ünlü’nün ana karakterinin (Serkan Keskin) yaşamı derin anlamda sorgulamayan, entelektüel zemini olmayan bir karakterin yaşamındaki boşluk mu?

KURAK GÜNLER
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasının ilk üç gününde izlenen filmler arasında yönetmenliğini Emin Alper’in yaptığı “Kurak Günler”, seyircinin de teveccüh gösterdiği bir film olarak öne çıktı. Emin Alper, filmiyle katıldığı Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilmiş ve sonrasında dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. Emin Alper, sinematografik yaşamı boyunca sürekli yükselen bir ivme ile sinemasını ileriye taşıyan bir sanatçı. Son filmi “Kurak Günler”, öz ve biçim açısından dikkat çeken bütünlüğü ile öne çıkıyor. Umalım bu film Emin Alper’in sinematografik macerasında aşamadığı bir zirve olarak kalmasın.



“Kurak Günler”, ülkemizin Cumhuriyetin kurulması sonrasında baş etmekte zorlandığı ve yenik düştüğü feodal ilişkiler ve onun yarattığı otoriter düzenin, günümüzün moda deyimiyle “mahalle baskısının” etkili bir eleştirisini içeriyor. Alper’in, bu yansıtmayı yaparken sembol olarak hukuku seçmesi ise son derece manidar. Film susuzluğun etkili olduğu bir coğrafyada oy kaygısıyla hukuğun dışına çıkarak yer altı sularını kullanan ve obrukların oluşmasına neden olan yerel yöneticiler bağlamında, özellikle taşra ve kasaba kültürüne egemen olan erkek egemen düzeni sürekli yükselen bir nabız gibi eleştiri süzgecine sokarken; bu düzenin yarattığı ve yaratabileceği tehlikelere de dikkat çekiyor. Bu bağlamda filmin finaline egemen olan linç kültürünün sembolleştiği “Yanıklara dokunma, sabrımı taşırma” sloganı ise, benzer başka olgularda da sıklıkla ülkemizde karşımıza çıkıyor. Filmin En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Müzik kategorilerinde iddialı olduğunu belirtmek abartı sayılmamalı.

IGUANA-TOKYO
Yönetmen Kaan Müjdeci, sinemamız içinde farklı, özgün ve yaratıcı bir sanatçı olduğunu ilk uzun metrajlı filmi “Sivas” ile hissettirmişti. Ülkemiz gibi aktüalitenin yaşam gerçekliğine dönüştüğü ve kutuplaşmanın had safhaya çıkıp, baskının keskin bir kılıç gibi sanat ve sanatçılar, LGBTI gibi ötekileştirilen toplum katmanları üzerinde estiği günümüzde, özgür iradeyle sanat üretme çabası giderek zorlaşıyor.

Kaan Müjdeci’nin son filmi IGUANA-TOKYO sonrasında gerçekleştirilen basın toplantısında filmini yaratma fikrini kendisi açıklamak zorunda kalıp, katılımcıların başrol oyuncusu Ertan Saban’ın mesleği hakkındaki sorular sormasını rahatsız edici buldu. Kaan Müjdeci gibi sanatçıların yapıtlarına “entel” mahalle baskısı yapmanın ve sinema gibi büyük ve güçlü bir sanat dalını salt aktüalitenin gerçekliği boyutunda algılayarak mahkum etmemek lazım.



Müjdeci’nin, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması filmlerinden IGUANA-TOKYO’, ön jürinin cesur bir seçim yapmasıyla ulusal yarışmada kendine yer bulsa da, festival seyircisiyle kolay iletişim kurması zor olan bir film. Nitekim seyirci filmin sonundaki cılız alkışlarıyla bunu belli etti.

Müjdeci, bir sanatçı olarak basın toplantısında haklı olarak filmini anlatmak istemedi. Onun bir film yapması yaşama dair bir tavrı olduğunu zaten ortaya koyuyor! Sanatçı bu bağlamda filmin katmanlarının seyirci ve sinema yazarları tarafından okunmasını bekliyor. Yaşadığımız Post Truth dünyada, sanalın gerçek olduğu, gerçeklik kavramının anlamını yitirdiği, rüyaların Freud’dan beri bilinen ve deşifre edilen etkileri, günümüzün acıtan “gerçekliğine” panzehir olma arayışının bir parçası mı oldu? Bu ve benzeri sorular Müjdeci’nin filmi bağlamda akla çengelleniyor. Filmin basın toplantısında Müjdeci, “Filmlerimi yapmamda mimari mekanlar beni etkiliyor. Tokyo’yu seçmemin nedeni kutu kutu evlerin yarattığı katmanlar ve filmde kullandığım oyun olgusunun çok yaygın olması. Bu filmde konvansiyonel sinemanın bağlantılarını aşmak istedim. Her gün onlarca film çekiliyor. Bu filmin yapısını üst üste diziyoruz, bunları tekrardan bilinç altımızda izliyoruz ve ben bunları tekrardan anlatmayı kişisel olarak bu filmin yapısında önemsiz buldum. Ben filmin çekirdeğine yoğunlaşmak istedim; ondan dolayı ana karakterin mesleği beni ilgilendirmiyor. Konuşmaların neden farklı dillerde olduğuna bağlanmak istemedim. Bunlara bağlandığınızdan sizi filmin öz duygusundan uzaklaştırıyor. Filmin içindeki kanallarda, oyunlara dolaşarak hep sonsuzluğa ulaşmak istedim”.

Diğer yandan Müjdeci’nin yoğun sembol yüküyle dolu, gerçek ve sanal arasında gelgitlerle gelişen filminde bütünlük kurmakta zorlandığımı da belirtmek lazım.

Saadet Işıl Aksoy, zarafeti ve vücut diliyle filme uygun düşse de, Müjdeci’nin, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filminden etkilenip serbest bir biçimde alıntıladığı sahnedeki konu mankenine benzeyen bir duruma düştüğü algısı yaratıyor. Diğer yandan filmdeki karakterini de kendi ismiyle oynayan Ertan Saban’ın filmin dokusuna çok uygun olduğunu ve özellikle Tokyo karakterini canlandıran genç oyuncu Deniz Ülkü’nün oyunculuk performansının göz doldurduğunu ekleyelim. Filmin “En İyi Görüntü Yönetmeni” ve “En İyi Müzik” kategorilerinde şansı olabileceğini de vurgulayalım.

KAR VE AYI
Kısa film ve reklam filmi yönetmenliği geçmişinden gelen yönetmen Selcan Ergun, Reha Erdem’in “Hayat Var” (2008) ve “Kosmos” (2010) isimli filmlerinde yardımcı yönetmen olarak çalıştı. Kısa filmleri “Karşılaşma” ve “Güneşli Bir Gün”, Los Angeles, Münih, Boston, LUCAS Frankfurt, Brüksel, İf İstanbul, Ankara, Adana Altın Koza başta olmak üzere birçok uluslararası festivalde gösterildi ve ödül aldı.



Selcan Ergun, ilk uzun metrajlı filminde taşrayı mekan seçmiş ve zor koşulların egemen olduğu bir dünyayı ve onun ilişkilerini anlatmaya soyunmuş. Mecburi hizmet için doğanın zor koşullarının egemen olduğu, karla kaplı bir kasabaya giden hemşire Aslı (Merve Dizdar), ailesinin tüm karşı çıkışlarına karşın geri dönmeyi kabul etmez ve kasabanın gizemli ama hafif ürkütücü erkeklerinden birisi olan Samet (Saygın Soysal) ile istemeden bir suça ortak olur.

Selcan Ergün’ün “Kar ve Ayı” filminin temel handikapı, ülkemiz bağımsız sinemasında başka benzer dünyayı anlatan örnekler olması… Peki Ergun filmiyle seyirciye, daha önce özetlediğimiz atmosferden beslenen öyküsünde, konvansiyonel Türk sinemasından da aşina olunan bu dünya hakkında yeni bir vaatte bulunuyor mu?

Bu soruya kolayca olumlu bir yanıt vermek zor olsa da, ülkemizde ağırlıkla geleneksel kültürün egemen olduğu coğrafyalardaki hem cinslerinin yaşadığı zorlukları yansıtmasının, insani ve medeni pek çok şeye karşı olan erkek egemen dünyanın bilinçaltını ve önyargılarını sergilemesi açısından, özellikle de bir ilk filme karşın derli toplu bir sinema dili ve Reha Erdem’in değişmez yol arkadaşı Görüntü Yönetmeni Florent Henry’nin, atmosfere büyük katkıda bulunan görüntülerinin rüzgarını arkasına alan Selcan Ergün zor bir işin altından kalkmayı başarıyor. Filmin oyunculuk performansları bağlamında çok katmanlı oyunculuk becerisine sahip Merve Dizdar ile Saygın Soysal’a yansıtmalarına vurguda bulunalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bülent Vardar Arşivi