Tayfun Atay
‘Kapitalizm değil, bizi bürokrasi mahvedecek!’: Weber’i anmak-anlamak
Sosyoloji ve sosyal-antropoloji dendiğinde “öncü sacayağı” olarak zikredilmeleri gelenekselleşmiş üç isimden biri olan (diğer ikisi, Marx ve Durkheim) Alman düşünür (hukukçu/ekonomist/sosyolog) Max Weber, tam 100 yıl önce bugün, 14 Haziran 1920’de öldü.
Weber’i “modernite”, daha doğrusu endüstriyel-kapitalist toplum analiz ve eleştirisi söz konusu olduğunda Marx’la karşıtlık içinde konumlamak yaygın bir yaklaşımdır. Kabaca, Marx’ı materyalizmin, Weber’i ise idealizmin öncü-sözcüsü saymak gibi üstünkörü bir alışkanlık mevcuttur. Oysa elbette aralarında “modern” dünyayı anlama ve açıklama noktasında farklı ve birbirine zıt hareket noktaları olsa da Weber ve Marx’ı buluşturan, çözümlemelerini birbirini dışlayıcı değil, tamamlayıcı kılan boyutlar da yok değildir.
Weber, hem Marx’tan hem de Durkheim’den insan toplumsallığının işleyişinde bireyin rolüne verdiği önem ve öncelik noktasında ayrılır. İşte tam da bu nokta onu toplumcu (ve materyalist) olmaktan ziyade bireyci (ve idealist) düşünce ve siyasetten yana hareket tarzını hâkim kılmak isteyenler için en öncelikli figür haline getirmiştir.
1864’te Thuringia’da Lutherci (Protestan) geçmişe sahip bir tüccar aileye doğan, otoriteryan ve milliyetçi bir baba ile dindar bir annenin oğlu olan Max Weber’in geç-19. yüzyıl Almanya’sında hem yükselişteki bir “güç devleti” içinde liberalizmin çöküşünü hem de modern toplumun bürokratik hale gelmesinin birey açısından yarattığı tehdidi gören liberal orta-sınıftan bir “yalnız kurt” olduğu kaydedilmiştir. Weber için temel analiz birimi her zaman bireydir.
Weber’in kapitalizmi değerlendirme noktasında Marx’tan farkı da belki bu arka planla ilişkilendirilebilir. Marx için kapitalizm, denetim, sömürü ve yabancılaşma kaynağı idi ve bu cendereden çıkış sosyalizm ve komünizmle mümkündü. Weber ise “bürokrasi”yi hem kapitalist hem de sosyalist toplumun baş-belası bir karakteristiği olarak görmüş ve bireyler üzerindeki baskının giderek devleşen bürokratik yapılardan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Dolayısıyla da dikkatini kapitalist sermaye sınıfından ziyade, bürokratik siyaset erbabı üzerinde toplamıştır.
Kapitalizmi besleyen Kalvinizm
Kapitalizm söz konusu olduğunda Weber’in asli ilgisi bir ekonomik sistemden ziyade bir psikolojik motivasyona yöneliktir. O, bize kapitalizmde artık değer, emeğin metaya dönüşmesi ve emek-sermaye çelişkisi, vd. hususiyetler yerine sistemin “ethos” ya da “ruhu”ndan bahseder. Bu doğrultuda, modern kapitalizmin önünü açan, onu “besleyen” bir etken olarak Protestanlığın Kalvinist mezhebinin “dünyevi-çilecilik” anlayışına (ahlâkına) vurgu yapar. Din sosyolojisi ve antropolojisinde bir temel referans olan Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu adlı hayli tartışma yaratmış kitabındaki düşüncelerinin özü budur.
Bu söylenenlerden Weber’in kapitalizmi olumlayıp savunduğu sonucuna varmak da doğru olmaz ama… O, kapitalizmin bir kez kendini kurumlaştırdıktan sonra dinin desteğine ihtiyacının kalmadığını belirterek, bir bakıma Marx’la aynı kaygılarda buluşmuş ve “maddi malların insan yaşamı üzerinde amansız güç sahibi olduğu” bir “demir kafes” olarak nitelemiştir kapitalizmi. Ve böyle giderse, geleceğin kasvet dolu bir “makineleşmiş taşlaşma”dan ibaret olacağını da adeta bugünleri öngören bir not olarak kaydetmiştir.
(Referanslar, çevirisini yaptığım, Brian Morris’in Din Üzerine Antropolojik İncelemeler [İmge, 2004] kitabının gayet hacimlice Weber’e ayrılmış “Teodise Olarak Din “adlı ikinci bölümünden.)