Tayfun Atay
Foucault, iktidar, muktedir ve Erdoğan
Mevzubahis olan, “muktedirin iktidarsızlığı”dır. Meydanlarda muhalefete yönelik hasmane söylem de olsa olsa sahne-önü performanstan ibarettir. Asıl düşman, sahne-gerisinde muktedirin her daim hep yeniden iktidar üretmesini bekleyen on-milyonlarca çift gözlerdir… Ve iktidar, muktedirde değil, o gözlerdedir
Son haftalarda bu topraklarda iktidar yandaşlığının en dibe varmış tezahürlerini yüzümüzü buruştura buruştura izliyoruz. Bunların karşısında iktidarın “taşıyıcısı” olan, onu temsil eden ve onun resmî sözcülüğüne soyunmuş olanların manidar sessizliğine de hepsi adına büyük hicap duyarak tanıklık ediyoruz.
Sevda Noyan’ın, Fatih Tezcan’ın pespaye ifadeleri… Onların yanı sıra bir kavanoz dolusu mermi fotoğrafını muhalefet partisi liderleri ve yetkililerine yönelik sosyal medyada paylaşıp, ölüm tehdidinde bulunan bir gençlik kolları üyesi… Ardından adeta reis-severlik yarışında geri düşmüşçesine hareketlenip “Bir mangaya yetecek kadar silahım var” diye böbürlene böbürlene paylaşımda bulunan eski gençlik kolları başkanı… Nihayet, Tezcan’ın sözleriyle titreşimli mahiyette, gazeteci, siyasetçi, hukukçu, sanatçı bir grup muhalif kadına, yine sosyal medya üzerinden yöneltilen şiddet ve cinsel taciz dolu iğrenç-ötesi sözler…
Bunların hepsi AKP etiketli olarak karşımızda beliriyor.
İktidar aygıtının kılcal damarlarında artık merkezkaç inisiyatif ve hareketliliklerin alabildiğine zincirlerinden boşanmış şekilde kendini gösterdiğini, ipin ucunun iyiden iyiye kaçtığını düşündüren bu tablo ve onun önünde aynı iktidar aygıtının merkezî ögelerinin dilini yutmuşluğu ya da olsa olsa çaresizce ama en alt perdeden sözüm ona tepki vermeleri, böylece kendilerini bu spontan ve sporadik ve de karanlık mı karanlık dalgaların temposuna terk etmişlikleri…
Bunlar zihnimde Foucault’yu ve onun iktidar üzerine söylediklerini çağrıştırdı.
Foucault ve bir “Makine” olarak iktidar
Fransız düşünür Michel Foucault’yu iktidar çözümlemesi ve kavramlaştırması söz konusu olduğunda ayırt etmemizi gerektiren en önemli husus, onun iktidarla muktedir arasında bir özdeşlik kurmayı reddetmesidir.
Foucault iktidarın “sahip olunan bir yetkinlik” olduğu kanısında değildir. İktidar ilişkileri, bir lider, hükümdar ya da devletten çıkış bulmaz. Ne de iktidar, bir birey ya da sınıfın mülkü, onların inhisarında (tekelinde-hükmü altında) bir “şey” olarak kavramlaştırılabilir. İktidar, kazanılacak ya da ele geçirilecek bir “mal” (commodity) değil, bilakis herkesi ele geçiren bir “şebeke” ya da “ağ”dır. Bu ağ, her yere iplerini yayar, sirayet ettirir ve sadece üzerlerinde iktidar icra edilenler değil, iktidarın icracısı olanlar da bu “ağ”a yakalanırlar.
Dolayısıyla iktidarın, “yukarıdakiler” tarafından “aşağıdakiler” üzerinde icra edildiği görüşü bir yanılsamadır. Foucault açısından iktidar, tahakküme uğrayanlar kadar, tahakkümde bulunanlar (hâkim konumda olanlar) üzerinde de icra edilir. İktidar, hiç kimsenin sahip olamadığı, tersine hepimizi aşkın, dolayısıyla hepimize hâkim ve sahip, bu itibarla da denilebilir ki toplumsal gerçekliğin nihai prensibi veya gerçekliği üreten “Makine”dir.
“Baba”nın iktidar
önünde düşen başı!
Yine de bu sözünü ettiğimizi, yani iktidarın, tahakkümde bulunanı da ağının içine alıp ezdiğini gözlemlemek kolay değildir. Çünkü sahne-önünde muazzam bir iktidar tezahürü gibi salınan bir muktedir vardır.
İktidarın muktediri de ezdiğini, ancak daha içsel, içten, bir anlamda “gerçekten daha gerçek” sayılabilecek kaynaklarda, yani sanatta edebiyatta aramak gerekir.
Bu bakımdan çarpıcı bir örnek olarak ben Mario Puzo’nun romanından sinemaya uyarlanmış Francis Ford Coppola şaheseri “Baba” üçlemesinin ikincisinden (The Godfather – Part II) bir kesiti öne çıkartırım hep…
Filmde Michael Corleone (Al Pacino), yani “Baba”, düşman mafya grubuna çalışarak kendisine ihanet etmiş kardeşi Fredo’yu (John Casale) bir süre cezalandırdıktan sonra affeder. Yaptığından bin pişman Fredo artık tamamen kontrol altında ve zararsız bir konumdadır.
Ancak yine de bir sorun vardır. “Baba”ya ölümüne sadık, öl dese ölecek, her fırsatta elini öpen “bağlılar”ının (istersiniz “yandaş” da diyebiliriz!) gözlerindeki tatminsizlik-hoşnutsuzluk sık sık yansır beyaz perdeye. Onların “Baba”dan hâlâ bir “beklenti”si vardır: “Kardeşini öldür!”
İşte bu beklenti dolayımıyla iktidar, muktedirin her daim takipçisi ve ona tâbi insanların gözlerinde tecelli bulur asıl…
Sonunda tabii ki “iktidar oyunu”nun kuralını, söz konusu kardeşi de olsa yerine getirmesini bekleyen bu ısrarlı bakışlara teslim olur “Baba”. Kendi emriyle kardeşini öldüren kurşunun sesini karanlık bir odada tek başına duyduğunda acıyla önüne düşen başı, iktidarın, tam da Foucault’nun anlatmaya çalıştığı gibi, en çok muktediri ezdiğini bize resmeder.
Orwell ve “Fili Öldürmek”
İktidarının, daha doğrusu “İktidar”ın tutsağı olarak kardeşini (dolayısıyla kalbini, vicdanını, şefkatini) öldürebilen muktedir, elbette başka her şeyi öldürmekten de kaçınamaz; tıpkı Orwell’in “fili öldürmesi” gibi!..
İngiliz ve dünya edebiyatının abide isimlerinden, 1984’ ve ‘Hayvan Çiftliği yazarı George Orwell, 1920’lerde İngiliz kolonisi Burma’da resmi görevli olarak bulunduğunda yaşadığı olayı, ‘Bir Fili Vurmak’ başlıklı yazısında anlatır.
Kızışma evresine girmiş evcil bir erkek fil, zincirini koparıp pazar yerine dalarak ortalığın altını üstüne getirmiş, kulübeleri yıkmış, meyve tezgahlarını talan etmiş, bir çöp kamyonetini devirmiş, bir ineğin ve nihayet bir de insanın ölümüne sebep olmuştur.
Orwell elinde silah, arkasında bir dolu insanla filin peşine düşer. Bulduklarında fil, artık kızışması geçmiş halde ve zararsızdır. Bu noktada Orwell’in aklı ve kalbi, fili sakince kontrol altına almayı emreder.
Ama bir “engel” vardır: Orwell’a, daha doğrusu temsil ettiği sömürge gücüne tâbi en az 2000 kişilik ve giderek sayısı daha da artan bir kalabalık.
Sonrasını şöyle anlatır:
“Aniden fili vurmaktan başka çarem olmadığını anladım. 2000 kişinin isteğinin beni dayanılmaz şekilde baskıladığını hissedebiliyordum. O an fark ettim ki oyunun lider aktörü gibi görünsem de aslında arkamdaki binlerce yüzün ileri-geri ittiği bir kukladan başka bir şey değildim. Ve anladım ki ‘beyaz adam’ bir tirana döndüğünde tahrip ettiği de aslında kendi özgürlüğünden başka bir şey değildi. Çünkü yöneticiliğinin bir koşulu olarak tüm yaşamı bu insanları etkilemeye çalışmakla geçmekte ve her krizde kendisine tâbi bu insanların beklentisi neyse onu yapmak zorunda kalmaktaydı. Bir maske takıyor ve yüzü, maskeye uyacak biçimde şekil değiştiriyordu. Fili vurmak zorundaydım. Onca yolu elde tüfek, arkamda 2000 kişiyle gelmiş olmak ve hiçbir şey yapmadan zayıflık işareti vererek oradan geri dönmek! Hayır, bu imkânsızdı. Kalabalık, bana gülecekti. Ve bütün yaşamım, gülünmemek için süregelen bir uzun mücadeleydi.”
Yapacağının “cinayet” olacağını düşünse de fili vurmak durumunda kalan Orwell’in hikâyesi de iktidarı en çok onun havasını teneffüs eden insanların yüzlerinde, gözlerinde, bakışlarında aramak gerektiğini düşündürür bize.
Yani, yine Foucault’nun önerdiği üzere, sadece muktedirin yapıp-ettiklerine odaklaşmak, iktidar üzerine hayli sınırlı ve kısıtlı bir değerlendirmeden ötesini vaat etmiyor. Esip gürleyen muktedir kadar, hatta belki daha çok, ona tâbi, bağlı ve tutkun görünenlere bakmak gerekiyor. “Öl de, ölelim”cilere yani…
“Van Minüt”le gelen iktidar tutsaklığı
Böylece dönüyoruz memlekete…
2013 Haziran’ına damga vuran Gezi Olayları sürecinde o zaman Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, sokakları-meydanları protesto gösterileriyle dolduranlara yönelik, “Bakın, yüzde 50’yi zor tutuyorum” şeklinde bir ifade kullandı. Bu sözü genel çerçevede toplumun diğer yüzde 50’sine yönelik bir gözdağı olarak okunmayı tercih ettik hep. Elbette o zamandan bugüne hayatımızın akışını belirleyen sert, keskin ve ürkütücü toplumsal kutuplaşmanın da başlama vuruşu saya geldik.
Fakat bu ifadeyi farklı bir perspektiften, yukarıda Foucault’ya dayalı olarak serimlendiği şekilde, iktidarın gerçek doğasını ve bir muktediri harekete geçiren asıl etmenleri tartışma yolunda değerlendirmenin de mümkün olabileceği kanısındayım.
Erdoğan, evet, bu toplumun kendince yarısını (belki artık yarısı değilse de hâlâ önemli bir yekûnunu) zor tutmakta.
Ama esasen karşısında olanlara yönelik değil, kendi arkasında zor tutmakta!..
Erdoğan’ı, kanaatimce 2009 Davos’undaki “Van Minüt” çıkışından itibaren adeta mitik-karizmatik figür, yani bir muktedir olarak kodlayan on milyonlarca çift göz, ondan her daim hep yeniden-yeniden-yeniden iktidar taşıyıcılığının gereğini yerine getirmesini bekliyor. Bu bakımdan o da, bir muktedir olarak bulunduğu pozisyonun gereğini yapmasını sağlamada ona yardımcı olan kurmayları da, en somut tezahürünü bu on milyonlarca çift gözde bulabileceğimiz bir “iktidar ağı” içerisinde tutsak ve yer yer ne yapacaklarını bilemez haldeler.
Bir yandan da ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar erimesinin önüne geçemedikleri o “gözler”in kendilerinden beklentilerini yerine getirmeye devam etmekten başka çareleri yok.
İşte o gözlerden bazılarının dilinden dökülenlerdir şu son iki haftadır televizüel ve sosyal medyada ortalığa saçılanlar!..
İktidar, muktedire
bakan gözlerdedir!
Terminolojik bir çelişki gibi gelebilir, gelmesin: Mevzubahis olan, “muktedirin iktidarsızlığı”dır.
Meydanlarda muhalefete yönelik hasmane söylem de bir sahne-önü performanstan ibarettir.
Asıl düşman, sahne-gerisinde muktedirin her daim hep yeniden iktidar üretmesini bekleyen o on-milyonlarca çift gözlerdir.
Ve iktidar, muktedirde değil, o gözlerdedir.
Dolayısıyla muktedirin en büyük düşmanı, olsa olsa konteyneri olmaktan öteye gidemediği, ama bundan da bir türlü vazgeçemediği iktidardır.
Düşman, dışarıda, uzakta, karşıda, muhalefette değil, muktedirin yakınında, yanında, elinin altında kendisine baktığı aynanın içindedir.
[Kaynaklar: Hubert L. Dreyfus ve Paul Rabinow (der.), Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutics, 1986; Michel Foucault, Power and Knowledge – Selected Interviews and Other Writings 1972-1977 (der. C. Gordon), 1980; George Orwell, “Bir Fili Vurmak”, Neden Yazıyorum (G. Orwell) içinde, Çev. L. Konca, 2017; Mark Philp, “Michel Foucault”, The Return of Grand Theory in Human Sciences (der. Q. Skinner) içinde, 1985; Madan Sarup, An Introductory Guide to Post-Structuralism and Postmodernism, 1993.]