Can Dündar’a dair: Her şeyi süpürebilirsiniz, kalemini süpüremezsiniz!

Beş yıl kadar önce de benzer bir vesile ile kaydetmiş olduğum üzere Can Dündar, işin özünde, mesleğe çiçeği burnunda bir gazeteci olarak ne şekilde başladıysa bugün de o noktadadır. Dolayısıyla çeliğe çok erken su verildiği için bugün sadece ona değil, ailesine ve pırıl pırıl annesine yaşatılanlar ne kadar ağır, acımasız, gaddarca olursa olsun ve Can, canı ne kadar derinden yanarsa yansın burada da düşmez, düşmeyecektir!..

Can, gazeteciliğe henüz çocukluktan çıkmamışken, daha açık ifade edelim, çocuk yaşta başladı.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu (şimdiki Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) kazanıp sınıfın kapısından girer girmez 1970-80’lerin unutulmaz haber kaynağı haftalık Yankı dergisinin de kapısından içeri girdi.
Gazetecilik serüveninde “mektepli” olduğu an, “alaylı” da oldu.
Yankı’nın her şeyi Mehmet Ali Kışlalı, Can’daki yeteneği, yetkinliği, cevheri keşfeder keşfetmez hiç vakit kaybetmeden onu derginin yazı işleri müdürü yapmak istedi.
İstedi ama bir sorun vardı: Can, yazı işleri müdürlüğü için “reşit” yaşa henüz gelmemişti. O yüzden adli makamlar müdahalede bulundu, “Yazı İşleri Müdürlüğü” o aşamada elinden alınıp ileri bir tarihe ertelendi.
Yaşını doldurur doldurmaz yine ilgili işlemleri tamamlamak ve evrakları teslim etmek için resmi makamların kapısındaydı. Karşılarında daha “dünkü çocuk” bir çehreyi bir gazeteci olmaktan öte bir “müdür” sıfatıyla gören yetkililer takıldı ona: “Aramıza; mahkemelerimize, sorgu odalarımıza, sanık sandalyelerimize, koğuşlarımıza hoş geldin!..”
Gerçekten Yankı’da yazı işleri müdürü olur olmaz davalar yağmakta gecikmedi.
İşte gün bugündür Can, onların “arasında”. Benim de son beş yıldır Cumhuriyet macerasından itibaren ve artık çocukluk arkadaşı olmaktan öte bir dereceye kadar iş arkadaşı olarak çok yakından/yakınından takip ettiğim üzere, kâh adliye koridorunda, kâh zindanda, kâh can derdinde…
Ve şimdi de 40 yıllık emeğinin karşılığının 4 dakikada şıp diye sökülüp alınması tehdidiyle, üstelik sadece kendisinin ve çoluk-çocuğunun değil, zaten evladına yaşatılanlar nedeniyle mahzunluğu kendine yeten annesinin bile “ocağına incir ağacı dikilmesi”nin derdinde.

Peki bunlar Can’ın içini kanatsa da boynunu büker mi, hayır.
Ben neredeyse 50 yıla yaklaşan arkadaşlığım boyunca Can’ı sadece bir kere boynu bükük gördüm. Ne çocuklukta ne ergenlikte ne ilk gençlik ve gençlikte ne de sonrasında değil, sadece bir tek o gün boynunun büküldüğünü, gözünden yaş geldiğini gördüm.
Babasının cenazesinde, ama o da herkesin içinde değil; naaş yıkanırken, onun başucunda beklerken…
Bunun dışında Can hep dimdik oldu ve durdu, bundan sonra da böyle dimdik olacak-duracaktır.

Elbette Can Dündar’ın mesleğe adımını atar atmaz kendini idari kademelerde bulmasından dolayı işin “emek” kısmında olmadığı düşünülmesin!..
O, gazeteciliğe kupür keserek başladı. Sonra muhabirlik yaptı. Ardından köşe yazarı oldu, belgesel yazarı oldu, belgeselci oldu, program ve haber sunucusu oldu.
Kaleme de görüntüye de nevi şahsına münhasır bir “Can” kattı.
Yelpazesi bilimden sanata, politik kültürden popüler kültüre kadar açılan engin bir genişlikte oldu. Bu memleketin aşklarına da isyanlarına da aynı hassasiyetle yaklaştı.
Devrimcisinden İslamcısına, Deniz Gezmiş ve Yılmaz Güney’inden, Adnan Menderes’ine, Necmettin Erbakan’ına kadar hep ezilen ve eziyet edilenlerin yanında konumlandı.
Yarının kuşakları, on yıllar değil belki yüzyıllar sonra, sadece 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü; siyasi tarihimizin bu hazin sayfalarını ve bunlara eklenebilecek daha nice pek çok kesiti değil;
Türkan Şoray’ı da Zeki Müren’i de Orhan Gencebay’ı da Sezen Aksu’yu da Ajda Pekkan’ı da Ahmet Kaya’yı da İbrahim Tatlıses’i de Tarkan’ı da Özcan Deniz’i de Yıldız Tilbe’yi de Yılmaz Erdoğan’ı da Cem Yılmaz’ı da ve buralara sıralayıp sığdıramayacağımız başka bir dolu ismi de onun belgesellerinden röportajlarından tanıyacak, onların bu coğrafyada toplumsal-kültürel olarak neyi neleri temsil ettiklerini onun ürettiklerinden öğrenecekler.
Dolayısıyla Can sadece bir haber yaptığı için kendisine siyaseten kan kusturulmuş gazeteci olarak hatırlanmayacak.
Sosyolojik perspektif, tarih bilinci, kültürel-sanatsal duyarlılık, entelektüel derinlik, gerçekçi bir romantizm ve sevimli bir içtenlikle kalemini kâğıttan ayırmamış bir gazeteci-yazar olarak hatırlanacak.

İnsanın asıl yatağı tarihtir.
İnsanları gazetecilik yaptıkları için şu yalan dünyada yerinden yurdundan edip, yetmedi canına malına kast ederek yatacak yersiz koysanız da onların hem de ebedî bir yatacak yeri hâlâ olacaktır ve bu, tarihtir.
Asıl mesele, bu dünyada malları mülkleri, hanları hamamları, köşkleri sarayları olanların tarihte onurla-huzurla bir yatacak yerlerinin olup olmayacağıdır.

Can’ın en çok sevdiği mevsim Sonbahar’dır.
Ve Sonbahar deyince onun da benim de ilkgençliğimizden yetişkinliğimize yaşlılığımıza, bugüne kadar hep bizimle olmuş, böylece teni ölse de canı ölümsüz ozanlarımızdan Özdemir Asaf’ın şu yükte hafif mânâda ağır dizeleri akla gelmez mi gelir:
“Her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin.”
O halde bu lirizmden ilhamla Can’la bir ömrü 10’lu yaşlardan bugüne, maziden istikbale taşımış olmanın anlamlı heyecanıyla şu anda yaşananlara ve ona yaşatılanlara ilişkin şöyle uyarlamada bulunalım: Can Dündar’a sönmek bilmez bir kinle ne yapıp etseniz ve her şeyi süpürmeye yeltenseniz de…
Kalemini süpüremezsiniz!..
Elbette ne kadar vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun farkındayız ve ne desek ne söylesek, Can’ın üzerine çökmüş karanlığın koyuluğu karşısında kifayetsiz kalacağının bilincindeyiz.
Belki tek söylenebilecek, tarihimizden bugüne hepimizce malum şu söz:
Karanlığın en koyu olduğu an, gün ışığının da en yakın olduğu andır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi