Özlem Yalım
“YOKKİŞİ”LERİN ÇAĞI: BİR TİYATRO DENEYİMİ
Keşif yolculuklarını pek severim. Her yol bir keşiftir, böyle bakmayı bilirsek. Aslında kast ettiğim bir şeyi keşfetmek için yola çıktığımız durumlar. Marcel Praust şöyle demiş: Gerçek bir keşif yolculuğu, yeni yerler aramakta değil, yeni bakışlara sahip olmaktadır. Bu kez tam da böyle bir yolculuk için buluşuyorum bir grup insanla ve düşüyorum komşu şehrin yollarına.
Özlem Daltaban’ın davetiyle bir araya gelen küçük grubumuzun istikameti Bursa. Bursa’da yaşadım ben. İstanbul’a yakın bir kent olmanın tüm avantaj ve dezavantajlarını içinde barındıran kadim bir kent. Benim hikayem çok uzun yıllar önce geçti bu şehirde, kısa süreliğine. Şimdi her alanda eskisinden daha da çok hızla büyüyen, her kontrolsüz büyüme gibi, biraz kendini kaybeden bir yer.
Zalimce değiştirilmeden önceki ismi ile Keşiş dağı veya bizlerin bildiği hali ile Uludağ’ından esen sert rüzgarları ile karşılıyor bizi yine tarihin çok eski katmanlarına tanıklık etmiş bu toprak. O rüzgarlarla burnumuza gelen şeftali kokuları vardı, artık yok. Beton beton kokmuş burası da. Elimizde sihirli bir değnek var ve bir sihirbaz gibiyiz; değneğimizin dokunduğu her yeşili mesela griye dönüştürebiliyoruz. Şakamız bayat. Otelden bakıyorum, Bursa da böyle olmuş, yeşili griye dönmüş, o eski nefis havası her kış olduğu gibi, bu kış biraz daha fazla, kömür ve odun kokmuş. Gördüğüm bu büyük değişime sarmamaya çalışıyorum.
Çünkü güzel şeyler -de- oluyor Bursa’da, daha önce yazmıştım.
İçimdeki merak ve dostlarla olacağımı bilmenin güveni ile atıldığım bu keşif yolculuğumda Proust’un dediği gibi yeni gözler ile çıkıyorum yola; bir oyun izleyeceğim: 1984. George Orwell’in, bana ve pek çok başkalarına göre pek anonim olan bu eseri 1949 yılında yayınlandı ve dünyanın edebiyat tarihinin en önemli yapıtları arasında yerini aldı.
1984’ü tam üç kez okudum. İlki lise yıllarımda, ikincisi otuzlu yaşlarımda, sonuncusu ise bir kaç yıl önce, Yevgeni Zamyatin’in romanı Biz ile karşılaştırmalı olarak yaptığım okumalardı. Orwell iyisiyle kötüsüyle geçmiş yüzyılın değerlerini temsil eden oldukça güçlü bir yazar. Onun İspanya iç savaşı hakkında yazdıklarını okumak ayrıca keyif vermiştir. Yazarı 1984’e götüren yol, Nazizmin dünyayı kırıp geçtiği dönemlerin ortasında kalmış olması, diğer yandan Stalin etkisindeki Rusya devrimini oldukça yakından takip etmiş olmasıdır. Yazarın dönemin pek çok mecrasında yayınlanan eleştiri yazıları onun siyasi görüşlerini aktarır bizlere. Tam da o dönem, dünya medeniyetini bugünlere getiren çok katmanlı siyasi gelişmelerin patlak verdiği, faşizme karşı bireysel ve örgütsel direnişlerin sahne aldığı, insanların şu ya da bu sebeple öldükleri, gazetecilerin, sanatçıların kimi önemli olayda protagonist olduğu bir dönem. Bu çağın izleri, bizlerin zamanına sadece edebiyatta değil, sinemada ve çağdaş sanatta da büyük ve etkili eserler olarak ulaşmıştır.
Thomas Moore’un sınırlı Utopia’sı ne kadar elitist ve seçkinci bir hayal gücünün ürünü ise; bunun tam karşıtı olarak ortaya çıkan “distopia”, yani distopik edebiyat da o kadar sokakta mücadele eden alt kültürün yansımasıdır bana göre. İşte böyle bir çağdan, Avrupa’daki ve Rusya’daki geniş çaplı çalkantılardan ortaya çıkan bu distopik hayaller, belki de bugün bizlere hala bir uyarı niteliğinde, anlıyor muyuz? Emin değilim.
Orwell’in kahramanı Ocenaia adını verdiği bir ülkede, baskıcı devlet otoritesinin altında yaşayan ve her nasılsa olan biteni sorgulama çabasına giriveren Winston’un bu bireysel varoluş çabasını anlatır bize; çok da çabalamıyordur kahraman, aklı oldukça karışmıştır. Distopik edebiyatın hemen hemen tümünde sunulduğu gibi bu totaliter anlayış, toplum üzerinde sosyal bir program uygular; yemek veya seks gibi bireysel ihtiyaçlar ve zevkler bile kontrol altındadır. Mutlak bir izleme teması egemendir. Devletin izleyen, toplumun bundan kaçan olduğu kurgusu, bugünün bilim kurgu film ve dizilerinin bile temel konusu zaten. Oceania, berbat bir yer, öyle ki farklı düşünmeye cüret edenler en ağır işkencelere cezalandırılır, diğer yandan devlet tarafından sunulan yalan, kumpas ve manipülasyon neredeyse olağandır. Birey bunun altında çabasız bir çaba içinde, artık kendini ifade edebileceği kelimeleri bile unutan, tepkisiz, sanki bitkisel hayatta yaşamını sürdüren bir varlıktır. Güç tam da bunu istemez mi zaten: uyuşan beyinler.
Bu eserdeki en önemli vurgulardan biridir kelimeleri unutmak. Çünkü kelimeler unutturulmaktadır, böylece insanlar kendilerini ifade etmek zorunda bile kalmayacaklardır. İfade tehlikelidir. İnsanların duyguları ve düşünceleri ifade edilmedikleri sürece tehdit değildir. Totaliter rejime karşı en büyük silah ifade özgürlüğümüzdür ve rejim her koldan bunu baskılarken, daha temel bir yerden, kelimeleri unutturmaktan da geri kalmaz.
İfade için kullandığımız dillerde kaç kelime var biliyor musunuz? Farklı kaynaklar ve sözlükler söz gelimi İngilizce’de 150.000 ile 300.000 arası kelime olduğunu belirtiyor. Yetişkin bir İngiliz, ifade için iletişiminde 20-30.000 arası kelime kullanıyormuş. Türkçemizde basılı kaynaklarda 78.000 (2022) ve157.000 (Ötüken sözlüğü) kelime olduğu belirtilirken TDK’da güncel olarak 616.767 kelime olduğu bilgisine rastladım. Yayınlanan bilgilerde, ortalama bir Türk’ün 400 kelime ile kendini ifade ettiği bildiriliyor. Galiba kendiliğimizden kelimeleri unutuyoruz, kim bilir belki de unutturuluyoruz.
Yaratıcı endüstriler de tıpkı kelimeler gibi birer ifade alanıdır. Tasarlanmış nesne, inşa edilmiş bina, kendimize kurduğumuz kentler, giydiklerimiz, her türlü üretimimiz, yediklerimiz, okuduklarımız ve izlediklerimiz, bir bakıma kendimizi kelimelerle değil, yaptıklarımızla ifademizdir. İnsanın üretimi, sözlü, yazılı ve görsel kültürü oluşturur. Medeniyet ve özgürlük bu kültürün açtığı yolda ilerler, gelişir. Baskıcı rejimler insanın sahip olduğu ifade araçlarını köreltirler. Bu baskı kimi dönemlerde de doğamızda olan yaratıcı dışa vurumu körükler, yani isyankar biçimde ortaya çıkmasına, saçılmasına olanak verir.
1984 veya tarihten bu yana gelen benzeri distopik edebiyat, günümüzün şartları ile öylesine büyük parallelikler gösteriyor ki, içimizde, bu eserlerde anlatılan olayların değil de başka bir düşüncenin karanlığı daha ağır basıyor: İnsanlık bir arpa boyu yol almıyor mu sahiden de? Donald Trump, 2018 yılında “Truth is not truth/Gerçek gerçek değildir” dediğinde, 1984 romanının satışlarında patlama olmuş. Dünya öyle tuhaf bir yer ki, aynı Trump, ayrımcılık, şiddet ve yalan bilgi içeren ifadeleri sebebiyle kovulduğu tüm sosyal medya platformlarından intikam almak için TRUTH isimli bir sosyal medya platformu kurdu ve Google’dan onay da aldı.
Dünya, bu eserlerde anlatılan kadar bile saf bir yer değil artık. Kendi kendimizin distopyası olduğumuzun farkında mıyız bilmiyorum. Bu tür eserlerde anlatılanlardan daha ürkütücü bir şey var: bunların tümüne kendi rızamız ve isteğimiz ile koşa koşa dahil olduğumuz bir dünya. Kendimizi TV veya cep telefonu ekranlarında uyuşturduğumuz, bize TikTok veya benzer platformlardan gelen haberlerle yetindiğimiz, Instagram’daki filtreli güzelliği gerçeklik kabul ettiğimiz, sekstingin yatak odamız, Youtube’un mutfağımız, Spatial’ın sanat galerisi olduğu bir yaşam içindeyiz. Psikolojimizin bozuk olduğunu bile ekrandan okuyor; doktora değil ama buradan algoritmaların önümüze çıkardığı teşhislere inanıyoruz. Yeni neslin ne kadar ilaç bağımlısı olduğunun farkında mısınız? Kanada ve Hollanda gibi ülkelerin ardından Almanya da uyuşturucu madde kullanımını yasallaştırma hazırlığında. Tıbben faydalı olduğu bilinen bu maddelerin nasıl yaygın bir biçimde kullanıldığına, söz gelimi bu yaz yürüdüğüm Toronto sokaklarında her yanı sarmış olan kokunun ağırlığı ile tanık oldum. Bu maddeleri kullandığınızda gerçekten de uyuşuyorsunuz; size kısa sürelerle rahatlama hissi veren bu tür kaçışlar, hemen ardından yarattığı çöküş ile tüm sisteminizi ve benliğinizi alt üst ediyor. İnsanın içinde bulunduğu bu çağda kaçış arzusunu motive eden dış etkenler çok fazla. Sistemimize giren olumsuzluklar olumlu olanları yiyip bitiriyor; çünkü hayatta kalma güdümüz onlara öncelik veriyor. Böylece hepimiz tüm bu olumsuzluklar altında ezilip, kendimizi bir rüyaya atmak istiyoruz.
Ben buna rüya-alem, rüyalem diyorum. İnsan gerçek yaşamın zorluklarından ne kadar sakınırsa, kaçış arzusuyla rüyaleme o denli sığınıyor. Bu ister bir ekran olsun, ister sanal bir şöhret, veya bizzat uyuşturucu madde kullanımı.. Bunların tümü kendi rızamızla dahil olduğumuz en hakiki, en sahici öz distopyamız !
Çok iyi bildiğim kelimeleri bu kez tiyatro yorumu ile deneyimlemek için “yeni gözlerle” çıktığım bu yolculuk bu kez bana bunları düşündürttü. Orwell‘in dediği gibi artık hepimiz “yokkişi”yiz. Kendimizi var etmek için çabaladığımız ortamlarda gittikçe daha da çok yok olan yokkişiler.
Tiyatro tarihimize sundukları yeniliklerle yön veren ikilinin son üretimi olan1984, Bursa Nilüfer Belediyesi’nin tiyatro ekibi ile, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde, Murat Daltaban yönetmenliğinde sahneleniyor. Özlem Daltaban’ın genel yapım yönetmenliğini üstlendiği oyunda Adem Mülazim, Ayşe Gülerman Kum, Barış Ayas, Batuhan Pamukçu, Gökhan Kum, Mert Tiryaki, Oğuzhan Ayaz, Pınar Hande Ağaoğlu ve Cihat Temel rol alıyor.
Oyunun yönetmeni ve Nilüfer Tiyatro’nun genel sanat yönetmeni Daltaban şöyle soruyor: “Neden karanlıklar tarihinin aktörleri olduk. İnsan, neden “korku” ve “aç gözlülük” arasında gidip gelen ölümcül sarkacın altında buldu kendini?” ve ekiliyor: ”Tiyatro “neden?” sorusunu sorar…Cevap vermek zorunda değildir. Bizim sanatımız, soruyu en estetik, en etkili, en çarpıcı biçimde sormaktır.”
Sezonu bu soruları sormak için 1984 gibi kült bir eserin uyarlaması ile açan bu usta tiyatro ekibi, bu bilindik eseri öyle sarsıcı bir biçimde sahnelemiş ki, oyun bittikten sora çığ gibi akan düşüncelerle ve sorularla kalakaldım. Oyun hakkında ne yazsam ne söylesem, etkisini azaltacağımı düşünüyorum ve mutlaka gidip izlemenizi öneriyorum.
Bu oyun ile tiyatronun gücüne bir kez daha inandım. Bu yaratıcı alan, kelimenin, sesin, müziğin, dansın, bedenin, ışığın, tasarımın, giyimin bir arada kullanıldığı çok bileşenli bir performans sanatı. 1984 oyunu bunların tümünün hakkını fazlasıyla vererek sergileniyor. Sahne tasarımına meraklı ve profesyonel alanda ışıkla uğraşan bir kişi olarak, oyunun skenografisinden epey etkilendim.
2016 yılında basılan ve benim de editörlüğünü gerçekleştirdiğim Gündüz, Işık, Gece kitabımızda konuk yazarlarımızdan Alman skenograf Beatrice von Pilgrim, metninde sahnede ışığın etkilerinden uzun uzun söz eder. Sahnede ışık kullanımı, izleyiciye vermek istediğiniz duyguların bir yol haritası gibidir. Işık ve karanlığın etkili kullanımı, izleyicinin bilincini etkiler, oyundaki “an” hakkında farkındalığını yönetir. Bu yönetimi kimi zaman onu belirsizlikte bırakarak kimi zaman da izlemesi gereken yeri vurgulayarak sağlar. Işık sahne tasarımının en önemli öğesidir bir bakıma. Pilgrim şöyle diyor: “ Çok parlak bir atmosfer kişiyi teyakkuz haline geçirir, loşlaştırılmış bir ortam ise beklentili bir geri çekilme hali doğurur. Aşırı uçlardaki durumlar arasındaki hesaplanmış değişimler, çok farklı parlaklık dereceleri arasındaki değişimler, hareket halindeki gözlemcinin duygularını keskinleştirir “
1984 sahnesinde bu deneyiminin tümünü art arda ve şiddeti gittikçe artan bir biçimde yaşıyorsunuz. Işıkta rengin cesurca ve oldukça doğru biçimde kullanıldığı bu sahnede, oyuna oldukça ustaca kullanılan kameralar eşlik ediyor. Cem Yılmazer ve Burak Etöz tarafından tasarlanan dekor, Yılmazer’in bu ışık tasarımı ve Okan Temizarabacı’nın video prodüksiyonu en az oyuncular kadar alkışı hak ediyor.
Dönüş yolunda, keşfettiklerim adına doluluk hissi veren bir mutlulukla izliyorum yolları, köprüleri ve denizleri. Kuşkulu bir mutluluk bu: Ne kadar yokkişileştiğimi sorup duruyorum kendime. Bir tiyatro oyunu ancak bu denli farkındalık yaratabilir!