Tayfun Atay
‘Yeşilçam Türkiyesi’ne bir komik-ağıt: Erşan Kuneri
Cem Yılmaz’ın filmografisinde biz satır aralarında onun hayatından, hatıralarından, özlemlerinden, hüzünlerinden kesitleri bol bol buluruz. Bu haliyle onun yapıtları “oto-filmografik”tir. Elbette hayatından izler-kesitler taşıyan bu hikâyeler belli bir zaman-mekânın kültürel panoramasını yansıtan “belgesel” değerde veriler içerir. Dünyaya-hayata-insana dair, belli bir tarihsel bağlamda tanıklıklarını paylaşır o. İnce bir eleştirellik buna eşlik eder. Trajedilerden beslenen ve çıkan bir komedi anlayışıdır bu…
Cem Yılmaz televizyon çağımızın şöhretidir, ama sinema çağımızın çocuğudur. Netflix’te henüz gösterime girmiş dizisi “Erşan Kuneri” de onun, kendisini üretmiş o “sinema çağı”na borcunu deyiş yerindeyse “eleştirel sempati” ile ödeme girişimi olarak değerlendirilebilir. O bunu elbette daha önce sinema filmi olarak karşımıza çıkan diğer yapıtlarında da peyderpey yaptı. Ama bu defa başlı başına, esaslıca, enine-boyuna ve oylumluca bunu yaptığını düşündüren bir ürünle karşı karşıyayız.
Başlangıçta Yeşilçam vardı
Bu topraklarda popüler kültür söz konusu olduğunda başlangıçta Yeşilçam vardır ve Yeşilçam, hayallerimizin mimarı-fantezilerimizin inşacısı bir mitik/kültik tapınaktır. Özellikle 1950’lerden 90’lara kadar olan dönem için bu iddialı ifade (elbette her bir on yıl için farklı ağırlıkta, dinamikte, inişler-çıkışlar eşliğinde) temellendirilebilirdir. Sonrasında özel televizyonların hayatımıza damga vurmaya başladığı dönemin akışında da Yeşilçam bir maya olarak vardır.
Biz Yeşilçam’a çok şey borçluyuz: Hayallerimizi olduğu kadar yanılsamalarımızı; fantezilerimizi olduğu kadar korkularımızı; ümitlerimizi olduğu kadar naifliğimizi; neşemizi olduğu kadar kederimizi; gözü karalığımızı olduğu kadar kaderciliğimizi; ve arzularımızı olduğu kadar bunalımlarımızı…
İşte bu çerçevede Cem Yılmaz’ın yazıp yönettiği “Erşan Kuneri”, bir “kültürel-psikolojik-ideolojik” mecra olarak Yeşilçam’a ilişkin eğlenceli-muzip bir çözümleme, bir “yapıbozum” denemesi sayılabilir.
Komedi amaç değil, araçtır
“Erşan Kuneri”, Cem’in daha önce “G.O.R.A.” ve “Arif V 216” filmlerinde karşımıza çıkmış bir karakter. Dolayısıyla “spin-off”, yani daha önceki kurgulardan “koptu-türedi” mahiyette bir hikâye ile karşı karşıyayız.
1970’ler Türkiyesi’nin “kültürel” bir gerçekliği olan “seks filmleri furyası”na referansla tematik açılış yapan dizi, bir porno film oyuncusu-yönetmeni Erşan Kuneri’nin (Cem Yılmaz) bu “şöhret”ten ikrah ederek başka arayışlara yönelişinin eğlenceli hikâyesi olarak akıyor. 1970’ler/80’ler Türk sinemasında yaygın ve klişe tarihî-fantastik, polisiye-avantür, dinî-efsanevî-mistik, köycü-sosyal içerikli ve arabesk-melodram tarzların; bunun yanı sıra (Hollywood esinli) korku-gerilim ve bilimkurgu-süper kahraman tarzların parodiye vurulduğu dizi elbette güldürüyor. Ama kanımca güldürmekten öte düşünce-kışkırtıcı olmayı hedefliyor. Bu doğrutuda komediyi amaç değil, anlatmak istediğine araç kılıyor. Tıpkı Cem’in bir önceki çalışması “Karakomik Filmler”de de gözlemlediğimiz şekilde… Ve böyle olması, o zaman yapıldığı gibi şimdi “Erşan Kuneri” için de “seyir karnesi”ne zayıf not düşmek isteyenleri iştahlandırmış görünüyor.
Bu konuyu açarak devam edelim!..
TikTok Çağı’nda Cem Yılmaz olmak zor
Cem Yılmaz’ın filmografisinde biz satır aralarında onun hayatından, hatıralarından, özlemlerinden, hüzünlerinden kesitleri bol bol buluruz. Bu haliyle onun yapıtları “oto-filmografik” olarak tanımlanabilir. Elbette hayatından izler-kesitler taşıyan bu hikâyeler belli bir zaman ve mekânın kültürel panoramasını yansıtan “belgesel” değerde veriler de içerir. Bir başka deyişle, bir tarihsel bağlamda dünyaya-hayata-insana dair tanıklıklarını paylaşır o. İnce bir eleştirellik buna eşlik eder. Trajedilerden beslenen ve çıkan bir komedi anlayışıdır burada söz konusu olan…
“TikTok Çağı”nda bu “olgunluk”ta bir Cem Yılmaz’ın işi elbette çok zor. O yüzden, dün bir-bugün iki, dizi yayına girer girmez daha önce “Karakomik Filmler”de de vuku bulmuş tartışma ve sosyal-medya kapışması yine kendini gösterdi. Dizinin “komik” olup olmadığı nokta-i nazarından çıkan gayet vasat bir tartışma çığırının öümü açıldı.
Tabii burada Cem’in, “şöhretin bedeli”ni ödediğini öne sürmek de mümkün. Şöyle ki o ne yaparsa yapsın, ne yazarsa yazsın, ne anlatırsa anlatsın, kitlesel beklenti öncelikle “komiklik”… Cem’in ürünlerinin karşısına gülme refleksini derhal harekete geçirmesi koşullanmasıyla oturuluyor. Üstelik her yeni yapıtta daha öncekileri komedi çarpanında aşması beklentisiyle oturuluyor. Böyle olunca elbette hayal kırıklığı yaşayan da çok oluyor.
Yorumlara bakıyorum söz gelimi, diyorlar ki “Başladım izlemeye, hiç gülmedim-gülemedim, birkaç bölüm sonra bıraktım”. Beğenenlerin beğenme kriteri de yine komiklik katsayısına dayalı; onlar da çok eğlendiklerini, gülmekten katıldıklarını kaydediyor.
Yani “Cem Yılmaz” dendiğinde gülmek ya da gülmemek; mesele bu…
İzlemek değil, “okumak” gerek
Hâlbuki gülmekle ağlamak arasında gelgitlerle örgülenmiş bir “ağıt-komedi” var karşımızda. Üstelik belli bir dönemin ekonomi-politik altyapısına dayalı kültürel motiflerin işlendiği, dolayısıyla hayli nüanslı bir çalışma bu ve onun karşısında da çalışkan bir seyirci olmak gerekiyor. Kitap okur gibi bir motivasyonla, konsantrasyonla, sabırla izlemek gerekiyor.
Bu çerçeveden hareketle ben Cem Yılmaz’ın bu çalışmasını da çok kıymetli bulduğumu ifade etmek isterim. Elbette söylediklerimden anlaşılacağı üzere ona içeriğindeki komedi unsurundan hareketle kıymet biçmiyorum.
Onu sosyolojik/antropolojik olarak, bu coğrafyanın sosyal-kültürel değişme sürecine ışık tutması, popüler kültür tarihine ayna olması itibarıyla kıymetli buldum.
Dizideki tiplemelerin, birer “kültürel temsil” olarak bize bu toplumun dünden bugüne biliş, duyuş, düşünüş, davranış ve eyleyiş biçimine, yani kültürel örüntüsüne ilişkin “etnografik” bir veri tabanı sunduğunu düşündüm.
Ve izledim, yüzümde hüzünlü bir gülümsemeyle; yer yer kahkahalarımı dışa vurarak, yer yer göz yaşlarımı içime akıtarak!..