Özlem Yalım
YARATICI BEYİNDEN CANLI YAYIN
Yeni bitirdiğim, ve müthiş bir keyif ile okuduğum Yevgeni Zamyatin romanı Biz, şu sözlerle son buluyor: “İnsanlar ölüler ve canlılar olarak ikiye ayrılmaz; ölü-canlılar ve canlı-canlılar olarak ayrılır !” Geçtiğimiz hafta boyunca canlı canlı izlediklerimden, ölü ölü aktarıyorum ben de sizlere, öyle bir yüzeysellik bu ekran meselesi.
Ekrandayım. Dünya Mimarlık Festivali’nde konuşuyor Sir David Adjaye. Kim o? derseniz: Gana kökenli İngiliz bir mimar. Şu anda 54 yaşında. Nerede ise kariyerinin tüm aşamalarına tanık olduğum bir isim. Yıllar önce Milano etkinliklerinden birinde sevgili Gaye Çevikel, bir sohbet sırasında tanıştırmıştı; sıradan, o önemsiz tanışıklıklardan…Adjaye, günümüzün önde gelen mimarlarından biri oldu. Benim en sevdiğim yanı, pek çok mimar gibi bir ton tutturup oradan yürümemesi. Ben tasarımın böyle bir şey olduğuna inanıyorum: farklı, yerine, amacına özel. Her coğrafyaya standart TOKİ binaları dikemeyeceğiniz gibi (bunu Sevgili Emre Arolat’ın küratörlüğünü üstlendiği ilk Tasarım Bienali sergisi Musibet’e atıfla söylüyorum!) her yere brüt beton ve çelikten bina da dikemezsiniz ey mimarlar ! Adjaye öyle yapmıyor. Malzemesi, formu, dolaşımı bambaşka her projesinde.. O’nu bu nedenle her seferinde bekliyorum: “Şimdi acaba bize ne sunacak?” diye. Libeskind de öyle mesela.. Ama bana göre bir Gehry öyle değil..Uzun hikaye.
WAF, pek çok etkinlik gibi sanal yapıldı; geçen hafta değinmiştim bu sanal dünyaya; #wafvirtual diye bir haştegi bile vardı. Biliyorsunuz sanal her şey: etkinlikler, sosyalleşmeler, eğitim, toplantılar, aşk bile! Zor bu sanal işler. “Sör” ünvanı almış Adjaye, gömleği ile uyumlu fonda oturmuş, oldukça iyi bir ışıkta konuşuyor konuşmasına da, ses bir gidip bir geliyordu. (Bu arada bu ışık faktörü önemli ekran buluşmalarında: Halka şeklinde bir aydınlatma var, tripoda takıyorsunuz ve ister beyaz, ister sarı ışık ayarlıyorsunuz, tam karşıdan gelmesi gerek, yoksa çirkin çıkıyorsunuz, aman ha! Ben de aldım bir tane.)
Ne diyordum? Ses bir gidip bir geliyor Adjaye konuşurken…Onlarca kişi yandaki sohbet kutusuna yazıp duruyoruz bunu. WAF’ın program direktörü olan ve etkinliği sunan Paul Finch de farkında aksaklığın, ancak bir türlü, bunu “Sör”e söyleyemiyor; devam ediyor soruları sormaya, Adjaye de cevaplamaya.. Biz ise, yanda sohbet kutusu denilen ekran karesinde çırpınıyoruz: Hintlisi, Türkü, İngilizi ‘Duyamıyoruz !” diye! olmuyor. Sonuna dek dayandıysam Adjaye diyedir; yoksa bu, çevrimiçi işler çekilmez bir çile.
Bol bol konuşmalar oldu WAF seanslarında. Sistem güzel çalışıyor; önden kayıt olup beğendiğim konuşmaları işaretlemiştim; hepsinden önce tek tek mail atıyor sistem; hani istesen de kaçırmazsın! Sistem diyorum; kayıt diyorum ! şahane işte.. yeni düzen.. Anladınız siz beni.
Salgın öncesi olsa iki seçenek var: Ya orada, bizzat konferans salonundasın ve dünyanın en sıkıcı konferansı olsa bile, “gelmişken” mecburen dinleyeceksin; ya da, gitmeyecek, okuldan kaçan liseliler gibi, kaçırma pahasına, biraz da suçluluk duygusu ile, hangi şehrindeysen dünyanın, kaybolacaksın ara sokaklarda.. E öyle.. Tasarımcı dediğin keşif sever.
Şimdi ise böyle değil. Zaten seçtiğin konferanslara, işlerinin, e-postalarının arasında filan bakıyorsun. Toplantı yaparken dinledim birini mesela. Göz ucu ile baktım gösterilen slaytlara. Oldu yani. İkisi bir arada, yüzeysel yüzeysel. Amaaan, mimarlık festivali de neymiş; çok gördük bunlardan. İşte, var madem; kaçmasın misali. Aman kaçmasın !
Baudlliard’ın postmodernitesi: Geleneksel olan ne varsa, derinlik, anlam, tutarlılık, otantiklik ve özgünlük, boş sinyallerin rastgele girdapları arasında çözülüyor, parçalanıyor, tahliye oluyor hayatlarımızdan.. Öylesine bir yüzeysellik !
WAF’ta Hollanda’da yapılmış bir toplu konut adacığının tüm hikayesini dinliyorum sonra. Mimarlık festivali olduğuna bakmayın. Mimarlık demek toplum demek. Bol bol sosyal konu ve duyarlılık var söyleşilerde. Bu toplu konut projesi de öyle. Eskiden olsa keyif alırdım belki ama şimdi, mimar kişi anlattıkça biraz gıcık oluyorum. İnsanlar kendini iyi hissetsin diye enstalasyona benzer köprücükler tasarlamışlar su kanallarının üstüne. Beton bloklar arasında, kırmızı, alakasız, iddialı. Çok tasarım. Fazla düşünülmüş ve fazla tasarlanmış.. Şimdi, bu zaman diliminden bakınca iyice oturuyor taşlar yerinde…Evet evet, asla olmamalı bir tasarım bu denli çok tasarlanmış ! Sana mı kaldı insanları iyi hissettirmek !
Canım sıkılıyor; hoop Design Miami/ Basel’e geçiyorum. 5974 km uçmak yok; tek tık ötede. Bir tek saat farkı var; tüm söyleşiler gece yarısına denk geliyor ama olsun. Basın için bir ön gösterim yaptılar. İyi hazırlanılmış bir yayındı; samimi. Direktörler, küratörler anlattı neyi neden yaptıklarını, bu yılın konusunu, sergilerini, eserlerini… Sonra düşündüm. İyi ki arkadaşım Burcu’yu kandırmışım da gitmişiz geçtiğimiz yıl Basel’dekine. İki müze gezdik , iki maceramız oldu fena mı?
Bu etkinliklerin tümü düzenlendikleri şehrin size sunduğu o geçici, tatlı, turistik ruh hali ile müstesna. Sokaklarında dolaşacaksın, cafesinde oturup bir şeyler yudumlayacaksın, sana ait olmayan bu dünyanın insanlarına fanustaki balık gibi bakacaksın.. Tasarımcılık, bazen işte tam da bu fanustaki balık olmayı gerektirir; Bu geziler de bu işe yarar zaten!
Düşündüm, hani Miami’de olmak olmasa, bu etkinlik pek de bir şey değilmiş! Demek bizler o eşsiz art deco stilindeki binaları, vitrinleri seviyormuşuz. Düzenlenen turlar ile kentin keşfedilmemiş yerlerine gitmeyi, oraların hikayeleri ile bütünleşmeyi en çok belki de.
Bir keresinde, terk edilmiş Marine Stadyum’a gitmiştik bir küçük grup olarak. 1963’te Kübalı mimar Hilario Candela tarafından tasarlanmış bir mühendislik harikası idi. Tüm tarihini ve yarışların ortadan kalkması ile nasıl da kaderine terk edildiğini dinlemiştim. Bina terk edildikten sonra evsizlerin, uyuşturucu bağımlısı gençlerin mabedi olmuş; üzerindeki yüzlerce grafiti ile bambaşka bir çehreye bürünmüş, eşsiz bir yerdi. Üzerimizde kartallar (American eagle) uçuşuyordu koca kanatları ile; ilk kez görmüş ve etkilenmiştim !. Kendimi öyle kaybetmiştim ki bu yapının dehlizlerinde, grubun alandan ayrıldığını fark etmemiştim bile! Kente yarım saat mesafedeki bu terk edilmiş yerden merkeze dönmem de ayrı bir hikaye olmuştu.
Hani çok sıkılsanız, kendinizi okyanus dalgalarına bırakır; müzik kliplerinde gördüğünüz o geniş şortlu iri yarı, siyah tenli ve altın kolyeli adamlar ile, fosforlu renkte daracık taytları ve dolgun memeleryle üstü açık arabalarına kurulmuş, sesi sonuna dek açık trapler eşliğinde gezinerek şov yapan kadınlarına bakar kentin, başka bir havaya girerdiniz.. Tasarımcılık bunlardan etkilenir bazen. Şimdi, ne bileyim, ekran başında, kuru kuru hiç gitmedi Design Miami de ! Bir tek geçen gece yarısı, canlı söyleşilerden birinde Beyrutlu birkaç aktivist, geçtiğimiz Ağustos’ta yaşanan trajik patlama sonrası kentin harabelerinin nasıl kayıtlarının tutulduğunu, nasıl yeniden yapılanacağını tartışıyorlardı; bir hayli ilginçti. Tasarımcılık politik olmaktır. Çokça aktivizmdir diye düşündürttü bana.
Aslında WAF ve Design Miami yine ekrandan, hep ekrandan izlemeden iki gün önce de Aura İstanbul’un konuğu Abdi Güzer’i dinlemiştim yüzlerce kişi ile birlikte. Mimarlıkta eleştiri üzerine eşsiz bir konuşmaydı. Güzer’in söyledikleri sadece mimarlara ve tasarımcılara değil; aslında birbirini anlamak için çaba göstermek isteyen herkese iyi gelir; keşke siyasetçilerimiz de dinlese!
Daha çok etkinlik oldu, tasarım sahnesinde. Hepsi donuk ekranda canlıydı sözde. Biraz ara vermeye karar verdim. Sahici şeylere hasretiz bu pandemi günlerinde. Gelecek hafta buradan, içimizden, canlı-canlı tasarım anlatacağım.